18 Kasım 2013 Pazartesi

Behzat ŞAŞAL, ANAYURT yazıları.. (2)

DİN ÜZERİNDE YAPILAN BÜYÜK YANLIŞLIKLAR,
-II-
İnsanoğlunun toplumsal yaşama geçişinden bugüne dek olsun, bundan sonraki yaşamımızda olsun, yaşamı üzerindeki en büyük etkenlerden birisi ve belki de birincisi DİN ve DİNİ İNANÇLAR’dır. Ve yine toplumlar arasındaki birçok savaşların temel kaynağı olarak din faktörü rol oynamıştır veya en azından öyle gösterilmiştir.
İnsanoğlunun DİN üzerinde yaptığı en büyük yanlışlık tek DİNİ çoğul DİNLER haline dönüştürmesidir. Çünkü dünyamızda dinler değil bir TEK din vardır. o din de birliğe yani TEK’liğine inanılan Allah’ın koyduğu, vaaz ettiği dindir.
Bütün insanlar bir Tek Allah varlığına inanmakta ve bütün insanlık hangi din inancı görüntüsü altında olursa olsun, o bir “tek” Allah’a dua ve ibadet etmektedir. Çünkü ortada bir başka Allah yoktur.
Ortada bir Tek Allah olduğuna ve bütün insanlık da bu bir tek Allah’a inandığına göre bu değişik din ve dinler anlayışı nereden çıkmıştır?
Bu, insanoğlunun elle tutup gözle gördüğü şeylere daha fazla değer vermesinden ve ona inanma duygusundan kaynaklanmaktadır. Çok din inancı; insanların, gözle görüp elle tutamadığı Allah’a değil, elle tutup gözle gördüğü onun peygamberlerine daha fazla önem verip ona inanmalarından kaynaklanmıştır. İnsanlar peygamberlerine öylesine inanıp ona öylesine bağlandılar ki, peygamberler inanç dünyasında Allah inancının önüne geçti. İnsanlar savaşları veya toplumları Allah inançlarına göre değerlendirdiler. Ve “senin peygamberin, benim peygamberim” girdabı içine girdiler. Peygamberlerin Allah tarafından görevlendirilmiş bir insan olduğunu unuttular. Peygamberlerini Allah yerine koydular. Yaşamlarını ve savaşlarını Allah’a göre değil Peygamberlerine göre düzenlediler ve değerlendirdiler. Bunun sonucu olarak insanoğlu şu gerçeği gözünden kaçırdı. Bütün peygamberlerin aynı Allah’ı anlatıp öğretmeye çalıştığı gerçeği unutuldu. Nihayetinde peygamberler de bizim gibi birer insandı. Yalnız bizlerden üstün özellikleri olan insanlardı ki Allah onları aramızdan peygamber olarak seçip görevlendirmiştir. Ama ne kadar üstün özellikleri olurlarsa olsunlar nihayet onlar da birer insandı. İnsanda bulunan bütün zaaflar, hatalar, kusurlar az da olsa onlarda da vardı. peygamberimiz Hz. Muhammed bu durumu hadislerinde defalarca ve ısrarla belirtmiştir. Örneğin “Ancak bir kulum (insanım) ben, dininize ait bir şeyi emredersem o emri yerine getirin, fakat kendiliğimden, kendi reyimle dünyanız için bir buyruk verirsem, insanım ancak (yanılabilirim) demiştir. (Celaleyn: C. 1 s. 85).
“Ancak bir kulum ben, bir kul gibi yerim, kul gibi içerim, kul gibi otururum” (Celaleyn: C1 s. 80).
“Ben Kureyş kabilesinden, kurumuş etle geçinen bir kadının oğluyum ancak” (Şifa C. 1 s. 103).
Hz. Muhammed ve diğer bütün peygamberler birer insandı. Ve insanların bir özelliği de sevdiği kişileri kusursuz, eksiksiz görüp onu alabildiğine yüceltmesi, sevmediklerini ise yine olmadık kusurlar hatalar bularak suçlamasıdır. İşte, insanları dinler ve peygamberler arasında oluşturduğu olay budur. İnananlar ve sevenler inandıkları ve sevdikleri peygamberlerini olabildiğince yükseltip yüceltmesi, inanmadıkları ve sevmedikleri peygamberi ise yine olabildiğince aşağılayıp değersizleştirme gayreti ve hatta yarışı içinde bulunmuşlar ve bulunmaktadırlar. İşte dinler arası ayrılıklar, düşmanlıklar ve savaşların kaynağı; insanoğlunun peygamber olarak inandığı, sevdiği kişileri abartılı olarak yükseltmesi, sevmesi, buna karşılık başka peygamberleri de abartılı olarak değersizleştirmesi, aşağılamasından kaynaklanmaktadır.
Bu durumu günlük sosyal yaşamımızda da rahatlıkla görebilirsiniz. Bakınız sosyal yaşamımıza, partiler, dernekler, kulüpler ve benzeri sosyal kuruluşlar genellikle genel başkanları ile birlikte değerlendirilir. Öylesine ki genel başkan kim ise, o kuruluş o kişi ile bütünleştirilir, birleştirilir ve özdeş hale getirilir. Örneğin bir parti, bir kulüp veya dernek tenkit edildiğinde genel başkan, genel başkan tenkit edildiğinde parti, kulüp veya dernek tenkit edilmiş olur. onları birbirinden ayıramazlar, birbirlerine kaynaşmış gibi birlikte değerlendirilirler. İşte din ve dini inançlar alanında da aynı hata, aynı yanlışlık yapılmaktadır. Peygamber denilen kişiler, yaymakla görevlendirildikleri dini ve dini inançlarla öylesine bütünleştirilip özdeş hale getirilmiştir. Sevmediği ve inanmadığı dini ve dini inançları yıpratmak isteyen kişiler, doğrudan doğruya peygamberleri hedef almakta, peygamberleri tenkit edilerek o peygamberin yaydığı din ve dini inançlar yıpratılmaktadır. Ve bu arada yapılan en büyük hata ve yanlışlık, peygamberlerin din adına ortaya koydukları ana felsefe ana amaç gözden kaçırılmakta, dikkate alınmamaktadır.
2 – 12 – 2005
Behzat ŞAŞAL
Din üzerinde yapılan büyük yanlışlıklar
Örneğin, peygamber olsun veya olmasın, din veya dini inançların temsilcisi kabul edilen kişilerin, yaymak istedikleri dini ve dini inançlarını bakın nasıl ifade etmişler. Lütfen, dinlerin birer anayasası olarak kabul edebileceğimiz bu maddeleri süratle okuyup geçmeyiniz, hepsinin üzerinde teker teker düşününüz, hem de günlerce düşününüz. Yanlışlarınızı, yanılgılarınızı ve hatalarınızı görünüz.
Dinlerin Ortak Noktası
TAOİZM: Komşunun kazancını kendi kazancın gibi, onun zararını kendi zararın gibi kabul et.
(Ta’i Shang Kan Ying Pien)
HİNDUİZM: İşte en yüksek kanun budur. Sana yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkalarına yapma.
(Maha Borate 5 – 1517)
BUDİZM: Sana acı veren şeyle başkalarını incitme.
(Undanavarga: 5 – 18)
KONFİÇYÜSLÜK: Sana başkalarının yapmasını istemediğin şeyi sen de başkalarına yapma.
(Analeots: 5 -23)
ZERDÜŞLÜK: Yalnız kendisi için kötü olan şeyi komşusuna yapmayan insan iyi insandır.
(Dadistan- I Dimik: 945)
YAHUDİLİK: Sana ıstırap veren şeyi başkalarına yapma. Tevrat’ın esası budur. Gerisi güzel laftan ibarettir.
(Talmud)
HIRİSTİYANLIK: İnsanların senin gibi yapmalarını istediğin her şeyi sen de onlar için yap. Bu peygamberler kanunudur.
(Mata İncili: 7 – 12)
İSLAMİYET: Kendiniz için sevmediğiniz şeyi kardeşiniz için de sevmedikçe hiçbiriniz mümin olamazsınız. (veya)
* İman etmedikçe mümin olamazsınız, insanları sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız.
(Hadis-i Şerif)
Gördüğünüz gibi bütün din ve dini inanç önderleri yaklaşık aynı sözleri söyledikleri halde, din ve dini inançları arasındaki bu farklılıklar, bu düşmanlıklar nereden kaynaklanıyor?
Bu ayrılık ve düşmanlıklar, din ve dini inançların Allah’ın buyrukları olarak değil de, kişilerin din ve dini inançları haline dönüştürmemizden kaynaklanmaktadır. Israrla vurguluyorum, lütfen sözlerimi yanlış değerlendirmeyin, partiler, dernekler, kulüpler gibi kuruluşları ve özellikle din ve dini inançları, peygamber bile olsa, insanlara, kişilere bağımlı hale getirmeyin ve o şekilde değerlendirmeyin. Kuruluşlar, din ve dini inançlar devamlı ve evrenseldir, fakat insanoğlu bireysel ve geçicidir.
Özellikle evrensel ve sonsuzluk özelliğine sahip din ve dini inançlar, bireysel ve geçici olan insanoğluna bağımlı hale getirilmemelidir. Sosyal yaşamınızda çevrenize bir bakın, partilerin, kulüplerin ve dernekler gibi kuruluşların başından kaç genel başkan geldi geçti.
Geçici olan varlıklarla devamlı olan kuruluşları özdeş hale getirme hatası ve yanlışı içinde bulunuyoruz. Bunun sonucu olarak da din ve dini inançlar, Allah ile değil kişilerle bütünleşip özdeş hale gelmektedir. Örneğin, Musevilik Musa peygamberin, Hıristiyanlık Hz. İsa’nın, İslamiyet de Hz. Muhammed’in dini gibi bir görüntü almıştır. Dolayısıyla dinler Allah’ın dini değil, kişilerle özdeşleşen dinler halinde kabullenildi ve değerlendirildi. Bu durumda da insanlar ve toplumlar arasında, “Benim peygamberim senin peygamberinden daha üstün” iddialaşması ve münakaşası ortaya çıktı. Bu zıtlaşma zamanla düşmanlığa dönüştü. Allah’ın dinine değil peygamberlere inanışın getirdiği ayrılık insanlara din savaşları yaptırdı ve ne yazık ki hala yaptırıyor.
Bu durum insanlığın büyük bir yanılgı ve yanlışlara sürüklenmesine neden oldu. Peygamber de olsa kişilere ait din olamaz. Din Allah’a aittir ve Allah o kişileri, o dini duyurmak için görevlendirmiştir. Yani, peygamberler dinlerin sahipleri değiller dinin esas sahibi tarafından görevlendirilmiş kişilerdir. Yani bir başka deyişle Allah’ın görevlendirdiği öğretmenlerdir.
Bu duruma göre biz, dinin asıl sahibi olan Allah’ı bir kenara bırakıyor, Allah’ın dinini peygamberlere mal ediyoruz ve Allah için değil peygamberler için savaşıyoruz.
Çok değil biraz dikkatli düşünürsek bütün peygamberlerin insanlığa aynı Allah’ı anlattığını göreceğiz.
3 – 12 – 2005
EVRENSEL ÇAĞRI
GELİN!
BEHZAT ŞAŞAL
Gittiğimiz yere barış götürelim. Bölücü değil, bağdaştırıcı, birleştirici olalım.
Nefret olan yere sevgi,
Yaralanma olan yere affedicilik,
Kuşku olan yere inanç,
Ümitsizlik olan yere ümit,
Karanlık olan yere aydınlık,
Ve üzüntü olan yere sevinç saçıcı olalım.
GELİN!
Kusurları gören değil, kusurları örtenlerden,
Teselli arayan değil, teselli edenlerden,
Anlayış bekleyenlerden değil; anlayış gösterenlerden;
Yalnız sevilmeyi isteyenlerden değil, sevenlerden olalım.
GELİN!
Yağmur gibi, hiçbir şeyi ayırt etmeyip; aktığı her yere canlılık bahşedenlerden;
Güneş gibi, hiçbir şeyi ayırt etmeyip; ışığıyla tüm varlıkları aydınlatanlardan;
Toprak gibi, her şey üstüne bastığı halde hiçbir şeyini esirgemeyip, nimetlerini herkese verenlerden,
Alan değil, veren ellerin;
Affedici olduğu için affedenlerin;
Hak ile doğan, hak için yaşayan, hak ile ölenlerin;
VE GELİN!
Sonsuz yaşamda yeniden doğanların safında olalım.
İnsanlığın var oluşundan bu güne dek içine düştüğü en büyük yanılgı; kendi aralarında dil, din ve ırklar bakımından ayrım oluşturmasıdır.
Oysa, çağımız biliminin DNA’lar üzerinde yaptığı araştırmalar sonucu saptadığı bulgular, bütün insanların aynı genetik özden oluştuğunu ispatlamış durumdadır. Bu nedenle hepimiz, dünyayı kapsayan büyük bir ailenin bireyleriyiz.
İnsanların DİN’ler arası yarattığı, ayrım ise, insanlık tarihinde görünen en büyük yanılgısıdır. Çünkü, ayrı ayrı Allah’lar yok ki ayrı ayrı dinler olsun. eğer biraz dikkat eder ve tarafsız bir akılcılıkla değerlendirirsek, bütün peygamberlerin aynı Allah’ı anlattığını ve öğrettiğini göreceğiz. Hangi dini inançta olursak olalım, bu dini inançlara hangi ismi verirsek verelim, dua ve ibadetlerimizde hepimiz aynı Allah’a dua ve ibadet etmiyor muyuz? Yani, bir TEK ALLAH bulunmakta ve hepimiz o Allah’a inanmakta, O’na dua ve ibadet etmekteyiz. Oysa asırlardan beri yarı ayrı Allah’lar, ayrı ayrı dinler varmış gibi birbirlerimizle Allah adına savaşlar yapıyor ve birbirimizi öldürüyoruz.
Peki din inançlarımızda inandığımız o kıyamet gününde Yüce Allah bize “Siz birbirinizi niçin öldürdünüz?” diye sorulduğunda ne cevap vereceğiz? Eğer “Senin için öldürdük” dediğimizde de “Peki, seni yaratan da, öldürdüğün insanı yaratan da ben değil miyim?” dese ne cevap vereceğiz?
Bütün dinlerin insanlığa verdiği ortak emir ve insanlardan istediği ortak bilinçlenme; “Sana yapılmasını istemediğin kötü bir şeyi başkasına yapma; sana yapılmasını istediğin iyi şeyleri herkese yap” değil midir?
Bu güzel ortak emri neden göremiyor ve neden yerine getiremiyoruz?
Asırlardan beri sürüp gelen ve bilinç altımıza yerleşerek, Bizim bir ÖZ parçamız haline gelmiş olan bu olumsuz yazgılarımızdan ve etkenlerden kendimizi nasıl kurtaracağız?
Bunun en kısa ve en doğru yolu; toplumlar ve bireyler olarak bizleri dünyevi çıkarların etkisinden kurtaracak şekilde bir “Özeleştiri” yapmamızdır. Bu özeleştiri sonucunda da kendi kendimizle bir iç savaşa girmemizdir.
Gelin, 21. Asır “Akıl Çağı” denilen bu çağda, asırlardır süren bu yanılgıdan kendimizi kurtaralım.
Gelin, rengimiz, dilimiz ve dini inançlarımız ne olursa olsun Öz Kaynakta bir olduğumuzu anlayalım ve birbirimizle kardeşçe kucaklaşalım.
Gelin, Allah’ın bizlere vaat ettiği cenneti bu dünyamızda ve yaşamımızda da elde edelim.
Din ve dini inançlarda yapılan bir büyük yanlışımız ve yanılgımız da din ve dinî tanımlamaları evrensel olması gerektiği halde basit bir isimmiş gibi kullanmamızdır.
Dikkat ediniz Kur’an dinî tanımları ve terimleri isim olarak kullanmamış onları sıfat olarak tanımlamış ve tarif etmiştir. İsim ile sıfat arasında yaşamdaki uygulamada ne gibi bir farklılık oluşmaktadır? Bir tanımı isim olarak kullanırsanız o tanımı kısıtlamış ve belli bir çerçeve içine sokmuş olursunuz, oysa din ve dinî tanımlarla ifade edilmek, istenenler bütün insanlığı kapsayan, kucaklayan evrensel tanımlar olmalıdır ve öyledir. Örneğin, “özlem” tanımını bir isim olarak kullanırsanız belirli sayıda insanın ismi olur “özlem” tanımını sıfat olarak kullanırsanız o bütün insanlarda var olan bir arzuyu bir isteği dile getirir. Örneğin “duygu” tanımı da aynı durumdadır.
Dini alanda buna en güzel örnekler ise din, İslam, Müslüman, mümin gibi tanımlardır. Biz bunları isim olarak kullandığımız zaman özellikle İslam tanımı yalnızca Hz. Muhammed tarafından duyurulan din olarak bilinmektedir. Bu durumda İslam sözcüğü yalnızca Hz. Muhammed’e inananların dini olarak anlaşılmakta ve algılanmaktadır. Oysa Kur’an İslam tanımını isim olarak değil sıfat olarak tanımlamıştır. Örneğin Kur’an’daki ayetlerde de açıkça belirtilmektedir ki, Hz. İbrahim de, Hz. Yakup, Hz. Musa da, Hz. İsa da, Hz. Muhammed de kısacası Adem peygamberden Hz. Muhammed’e kadar gelen bütün peygamberler İslamdır. Örneğin;
“İslam dinini seçti Allah sizin için oğullarım, dedi Yakup. Siz de ancak Müslümanlar olarak ölün.
Bakara 2 / 132
“İslamı İbrahim de kendi oğullarına Vasiyet etmişti”
Bakara 2 / 132
4 – 12 – 2005
İslam ol! Dediği zaman Rabbi İbrahime “Alimlerin Rabbine teslim oldum” demişti.
Bakara 2 / 131
Ve kur’an’da İslamlığın ve İslam olmanın yalnızca Hz Muhammed’e ait olmadığını, İslamın evrensel bir tanım olduğunu ve bütün peygamberleri, bütün insanlığı kapsadığını, yani evrensel boyuta sahip olduğunu defalarca birçok ayetinde açıklamaktadır.
Dinin tanımını en kısa ve en güzel bir şekilde peygamberimiz “Din ahlaki değerler sistemidir” diye tanımlamıştır.
Dini Terimlerin Tanımı
Şimdi din ve dini inançların evrenselliğini dikkate alarak, dinle ilgili bazı tanımları Kur’an’daki açıklamalara göre kısaca yapmaya çalışalım.
DİN: Allah’ın varlığına inanmaktır. Yani Allah’ın varlığına inanan herkes hangi peygambere ve nasıl inanırsa inansın o kişi dini inanca sahip bir kimsedir.
İSLAM: Allah’ın varlığı ile birlikte Allah’ın birliğine inanan ve Allah’a bu inançla teslim olan herkes İslam’dır. Yani, hangi peygambere ve hangi dine inançlı olursa olsun eğer bir kimse Allah’ın varlığına ve birliğine inanır ve Allah’a teslim olursa o kişi İslam’dır.
MÜSLÜMAN: Allah’ın varlığına, birliğine inanan Allah’a inançla teslim olan ve Allah’ın bütün peygamberlerinin peygamberliğine inanan  bütün insanlar Müslüman’dır. Kur’an’da da açıklandığı gibi Adem peygamberden Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberler Hz. Yakup, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa hem İslam hem de Müslümandır. Buradan da anlaşılıyor ki Müslümanlık yalnızca Hz. Muhammed’e inanmak değildir.
MÜMİN: Allah’ın varlığına, birliğine ve bütün peygamberlerine inanmakla birlikte Allah’ın koyduğu, vaaz ettiği dini görevleri uygulayan yerine getiren her insan Mümin’dir. yani, hangi dine ve hangi peygambere inanırsa inansın eğer bir insan inandığı dinin, dinî emirlerini, vecibelerini yerine getiriyorsa o insan mümin bir insandır.
Bu tanımlardan da açıkça anlaşılıyor ki din ve dini tanımlamalar evrenseldir ve bütün peygamberleri, bütün insanları kapsamaktadır. Din ve dinî inançlar hiçbir peygamberin hiçbir dinî inancın hükmü altında değildir. Din ve dinî inançları bu şekilde bilmemizin ve kabul etmemizin daha faydalı ve daha olumlu sonuçlar vereceği inancındayım.
Elbette Hz. Muhammed son peygamberdir. Ve bütün dinî inançları kucaklayan, kapsayan bir peygamberdir. Bunun içindir ki Hz. Muhammed dini öğretisinde, bütün peygamberlerin peygamber olarak kabul edilmesini istemiş ve emretmiştir. Bu yüzdendir ki bizim Allah katındaki üstünlüğümüzü, diğer dinî inançta olanlar kendi peygamberlerinden başkalarını peygamber olarak kabul edip tanımazlarken, biz bütün peygamberlerin peygamberliğini kabul etmekteyiz.
İşte insanoğlu buradaki yanlışını, yanılgısını görememektedir. Allah’ın peygamber olarak görevlendirdiği kişileri bizim peygamber olarak kabul etmemek gibi bir hakkımız ve yetkimiz yoktur. Bize emredilen Allah’ın bütün peygamberlerinin peygamber olduğunu kabul etmek, içlerinden birisine inanmaktır. Buradaki fark veya eksiklik, son peygamber olan Hz. Muhammed’den önceki peygamberlerden birisini seçip ona inanmak en tabi hakkınız, fakat o inandığımız peygamberin öğretileri ile son peygamberin öğretileri arasındaki farklardan, gelişmelerden eksik kalır ve bu eksikliğin hesabını ve gerekiyorsa cezasını görmek durumunda olunmasıdır. Bu bilinmeli ve buna göre davranılmalıdır.
Çünkü Allah Kur’an’da görevlendirdiği peygamberler arasında bir ayırım yapmadığını Kur’an’daki bir çok ayetle açıkça belirtilmiştir. Bu ayetlerden bir iki örnek verelim:
“Deyin ki: “Biz Allah’a inanırız ve bize indirilene ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve onların soyundan gelenlere indirilene; ve Musa’ya, İsa’ya ve Rab’leri tarafından diğer tüm peygamberlere tevdi edilmiş olana inanırız; onların arasında hiçbir ayırım yapmayız. Ve biz O’na teslim olanlarız”
Bakara Suresi 2 / 136
·                                Nuh peygamber “Bana Müslümanlardan olmam emredildi”
Yunus 10 / 104
·                                “Musa peygamber “Bana müminlerden olmam emredilmiştir”
Yunus 10 / 104
·                                “Hz. İbrahim ne Yahudi ne de Hıristiyandı o dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden değildi”
Al’i İmran 3 / 67
·                                “Şüphesiz iman edenler; Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiler (din değiştirenler), bunlardan her kim, Allah’a ve ahiret gününe inanır, iyi iş yaparsa elbette onlara Rableri katında mükafat vardır. Onlara korku yoktur. Ve onlar üzülmeyeceklerdir.”
Bakara 2 / 62
·                                “De ki “Ey kitab ehli (Zebur-Tevrat-İncil-Kur’an) bizim ve sizin aranızda ortak olan ilkeye gelin, yalnız Allah’a ortak olan ilkeye gelin, yalnız Allah’a inanın ve kulluk edin. Allah’a tapın ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Birbirinize Allah’tan başka rehber edinmeyin. Eğer yüz çeviren olursa onlara, şahit olun, biz Müslümanlarız” deyin.
Al’i İmran 3 / 64
5 – 12 – 2005
“Yahudi yahut Hıristiyan olanlardan başkası cennete girmeyecek dediler. Bu, onların kuruntularıdır. De ki; “Doğru iseniz delillerinizi getirin”
Bakara 2 / 111
·                                “Evet, her kim işini güzel yaparak özünü Allah’a teslim ederse onun mükafatı, Rabbinin yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir”.
Bakara 2 / 112
·                                “Allah katında din islamdır. Kitab verilmiş olanlar (Zebur, Tevrat, İncil. Kur’an) kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarındaki aşırılıktan, kıskançlıktan dolayı ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkar ederse bilsin ki Allah, hesabı çabuk görür”.
Al’i İmran 3 / 19
·                                “Biz Allah’ın resulleri arasında ayırım yapmayız, tebliğini işittik ve emrine itaat ettik. Ey rabbimiz bağışlamanı dileriz. Sonuçta yalnızca senin huzuruna varıp hesap vereceğiz” dediler.
Bakara 2 / 285
·                                “Allah, bu Kur’an’dan önceki kitaplardan da, bu Kur’an’da da size Müslüman adını verdi ki, peygamberler size şahit olsun, siz de insanlara şahit olasınız”.
Hac 22 / 78
·                                Bütün insanlık sadece tek bir topluluk halindeydi, ama sonradan ayrı görüşleri benimsemeye başladılar. (Ve sonra aralarında anlaşmazlığa düştüler.)
Yunus 10 / 19
NEDEN?
Evet kocaman bir NEDEN?
BEHZAT ŞAŞAL 
Kendi dini inancımızda olmayanlara Allah’a giden bütün yolları kapatmaya çalıştık ve çalışıyoruz.
Çünkü, yaşamımızın bütün alanında etkin olan nefis denilen benlik duygumuz, egomuz burada da etkinliğini ve hükmünü yürütmüştür.
İnsanoğlu her şeyde olduğu gibi din ve dini inançlar alanında da bencilliğini ortaya koymuştur. Öylesine ki inandığı peygamberi ve bu peygambere inananlardan başka kimseyi Allah’ın cennetine sokmamaya hüküm vermiştir. İnsanoğlu, Haşa huzurdan kendini Allah ile özdeş görüp Allah adına hükümler, kararlar vermeye başlamıştır. Allah’ın cennetini de, cehennemini de kendi inhisarı, kendi kontrolü altına alıp, sevdiklerini cennete, sevmediklerini cehenneme atmaya başlamıştır. Eğer onun tarafındaysan, onunla berabersen hiç korkma, ne yaparsan yap cennettesin, yok eğer onun inançları ve düşüncelerinde değilsen sen yine ne yaparsan yap kendini cehennemin en ateşli yerinden kurtaramazsın.
Kısacası, insanlar haddini bilmeden kendilerini adeta Allah yerine koyup Allah adına hükümler ve fetvalar vermeye başladı ve bu haddini bilmezlik yüzünden insanlar topluluklar arasında ayrım ve düşmanlıklar yarattı. Öylesine ki, Allah “Ben peygamberlerim arasında ayrım yapmıyorum” dediği halde, insanlar “Benim peygamberim, senin peygamberinden daha üstün” diyerek, önce peygamberler, sonra da insanlar arasında ayrım yarattı. Bu ayrımlar zamanla düşmanlığa dönüştü.
İnsanlar, inandıkları peygamberleri inandıkları dinleri özdeş hale getirdiler. Daha sonra da Allah’ı unutup veya dışlayıp “din eşittir peygamber” dediler. Bu durum insanlar ve topluluklar arasında akıl almaz bir ayrım ve düşmanlıklar oluşturdu. Hiçbir topluluk kendi dinî inancında olmayan başka bir topluluğu cennete layık topluluk olarak görmedi. Hatta bu alanda öylesine ileri gittiler ki, Allah adına gibi gösterip inandıkları dinleri adına savaşlar çıkardılar. Öylesine ki insanoğlu bu akıl almaz bencilliği, egoizmi yüzünden sanki başka başka dinler oluşturdu. Zaten insanlık da bunun cezasını ağır bir şekilde daha bu dünyamızda iken ödemektedirler. Dinlerin amacı ve felsefesi bütün insanlığın kaynaştırmak, birbirlerini kardeş gibi görerek kardeşçe yaşamalarını sağlamak olduğu ve bu alanda birçok dinî emirleri bulunduğu halde, insanlık kendi bencil duyguları yüzünden bu emirleri görmedi veya görmezlikten geldi. Şüphesiz insanoğlu bu gibi davranışlarıyla Allah’a değil kendisine zarar vermektedir ve ne yazık ki bunun farkında değil, çünkü bu benlik iddiası birçok yanlış ve yanılgılarını görmesini engellemektedir.
İnsanoğlunun din hususunda en büyük yanlış ve yanılgılarından biri de, Allah’ın peygamberlerini ve Kur’an’daki ayetlerini dünyevî kanunlara göre değerlendirmeye kalkışmasıdır. Bir başka deyişle insanoğlunun dinî kanun ve hükümleri birbirine karıştırmasıdır. Dünyevî yaşamımızda bir uygulama için yeni bir kanun çıkarıldığında o uygulamayla ilgili önceki kanunlar geçersiz olup yürürlükten kalkar. Oysa Allah’ın uhrevî kanunları dünyevî kanunlar gibi işlemez. Çünkü uhrevî kanunlar bir önceki kanunları yürürlükten kaldırmaz. Onları geçersiz saymaz. Çünkü uhrevî kanunlar toplumların içinde yaşadıkları ve yaşayacakları koşullara göre vaaz edilmiştir. Çünkü, aynı koşulların var olduğu veya oluştuğu toplumlarda yine o eski ayetin hükümleri geçerlidir.
6 – 12 – 2006
Peygamberler de dünyevî değerlendirmelerimizden kendilerini kurtaramamaktadır. Dünyevi değerlendirmelerimize göre bir peygamber geldiğinde ondan önceki peygamberin bütün din öğretileri ortadan kalkmakla, hükümsüz ve geçersiz olduğu sanılmaktadır. Bu da yanlış bir değerlendirmedir. Her peygamberin peygamberlik yaptığı koşulların içinde yaşayan ve yaşamakta olan dinî öğretiler geçerliliğini ve hükmünü korumaktadır. Yalnız o topluma yani peygamberin yeni öğretilere duyurularak yeni dine davet edilmeleri gerekir. Kabul edip etmemek de onların bileceği şeydir. Kabul etmemeleri onların kafir, dinsiz, gavur olmaları demek değildir. Onlar yine kendi inançları ve Allah’a inançlarını ve ibadetlerini devam ettirirler. Olayı bir de şöyle değerlendirelim: Dünyamızda öyle coğrafi alanlar ve öyle ilkel toplumlar bulunmaktadır ki, çağdaş iletişim araçlarından yoksun ve gelişmiş toplumlardan haberleri bile bulunmamaktadır. Bu kişi ve toplumlarda hiçbir peygamber ve dini öğretinin olmadığını düşünün. Ama bunlar kendilerine göre bir Allah varlığına inanmakta ve ona ibadet etmektedirler. Bu insanlar veya toplumlar nasıl değerlendirilecek ve dini bakımdan nasıl yargılanacaktır? Bu insanların ne Musa’dan, ne İsa’dan ne de Muhammed’den haberleri var. Peki bu durumda bu insanları mı suçlayacağız?
Bu durumdaki insanları ve toplumları suçlayabilir miyiz, suçlarsak neyle suçlayacağız? Eğer suçlamaya kalkarsak suçlamaya hakkımız var mı? Ancak, suçlamaya hakkımız olup olmadığını bilmeden, haddimizi aşarak suçluyoruz. Biz öylesine haddini bilmez varlıklarız ki, Allah’ın dininde Allah’tan daha acımasız, daha merhametsiz davranıyoruz. Allah affedici olduğu halde, biz katı ve kesinlikle affedici olamıyoruz. Aramızda öyle insanlar var ki, “Ben öyle kinci bir insanım ki karşımdaki babam olsa onu affetmem, kinim ve intikamım sonsuza kadar devam eder” diyerek bu yapıları ile adeta övünüyorlar. Buna karşın bu yapımızla övünen bizler hiç utanmadan Allah’tan bizi affetmesini, bağışlamasını istiyoruz. Allah’tan bile acımasız olduğumuzu unutuyor, bununla övünüyor ve sonra da Allah’tan affedilmek istiyoruz. Bu ne haddini bilmezlik, kendini bilmezlik, anlamıyorum.
İnsanoğlunun bireysel ve toplumsal yaşamında olumsuz hareket ve davranışların gittikçe arttığını ve yaygınlaştığını üzülerek görüyor ve yaşıyoruz.
Bu olumsuzluklar neden artıyor, neden yaygınlaşıyor?
Bizim gözlemimize göre, insanlar bireysel olsun, toplumsal olsun birbirlerine karşı kullandıkları sözlerin özüne, anlam ve felsefelerine inmeden kullanıyorlar. Örneğin konuşmalarında “dostluk-dostum” sözcüklerini çok sık kullanırlar ama bu sözcüğün, bu kelimenin ne ifade ettiğini, dost sözcüğünün derin anlamını,felsefesini adeta bilmeden birbirlerine söylerler. Hatta bu güzel sözcüğü bazen ve belki de çoğunlukla, karşısındaki insana karşı düşmanca duygularını, art niyetlerini gizlemek, belli etmemek için sık sık kullanırlar. Karşısındaki insanı dolandırmak, aldatmak, kandırmak isteyenler dost gibi görünmek için bu dost sözcüğünü çok sık kullanırlar. Eğer gerçekte dost sözcüğünün gerçek anlamını beyninde ve kalbinde yani içinde hisseden, duyan bir kimse bu sözcüğü rastgele bir sözcük olarak kullanabilir mi?
Dost ve dostluk sözcüklerini karşısındaki insanları aldatmak, kandırmak, dolandırmak için kullanabilir mi?
Örneğin, ahlak, namus, dürüstlük, edep gibi benzeri sözcüklerin gerçek anlamını kendi içinde hisseden ve onu yaşayan bir insan bu sözcükleri kolay kolay kullanabilir mi?
Psikolojinin insan yapısında çok enteresan bir etkinliği vardır. İnsan içinde bulunduğu ve yaşadığı olumsuz durumu gizlemek için davranışlarında değil ama sözcüklerinde o olumsuzluğu bir erdem, bir fazilet gibi etrafına yansıtmaya çalışır. Örneğin; karşınızdaki insanın konuşmalarına dikkat edin. Bir insan durup dururken, anlamlı anlamsız, yerli yersiz durmadan ahlak sözcüğünü çok sık kullanıyorsa o kişinin ahlakından şüphe edebilirsiniz. Eğer bir insan çok sık olarak, namusluluktan, dürüstlükten söz ediyorsa yine o insanın dürüstlüğünden, namus anlayışından şüphe edebilirsiniz. Çünkü içindeki bu duygular onu rahatsız eder ve o kişi bunları gizleme içgüdüsü içinde bulunur, bunun için elinde olmadan bu sözcüklerden sık sık söz etme gereksinimi duyar. Örneğin; çok geveze bir adam “Ben hiç konuşmasını sevmem” der, yalancı bir insan “Ben hiç yalan söylemem” der, dedikoducu, laf taşıyan bir insan, elinde olmadan sık sık “Ben laf taşımayı, dedikodu yapmayı hiç sevmem” der, insanları arkadan çekiştiren bir kimse de “Ben hiç insanların arkasından konuşmam, ne söyleyeceksem doğrudan doğruya yüzüne söylerim” der.
Artık bundan başkalarını da siz gözlemleyip değerlendiriniz.
Peki bu olumsuz ve çirkin durumdan kurtulmak için ne yapmalıyız?
Öncelikle eğitim sistemimizde kullanılan bu gibi sözcükleri yalnızca dilimizle söylediğimiz, kullandığımız sözcükler olmaktan kurtarmalıyız. Bu gibi sözcüklerin yalnızca birer sözcük olmadığı, onların taşıdığı anlamlar derinlemesine anlatılmalı ve öğretilmelidir. Bu gibi sözcükleri söz olarak değil, anlamları ile insanların içlerinde hissetmelerini ve yaşamalarını da sağlamalıyız.
7 – 12 – 2005
“Allah” sözcüğünün ifade ettiği derin anlamını, özünü bilmeyen insan ve insanların bu Allah sözcüğünü sırf sözcük olarak kullanmaları Allah’a karşı işlenebilecek en büyük kötülüktür. Çok sık kullanılan Allah sözcüğü insanlarda Allah ismi ile birlikte Allah inancını, Allah sevgisini yıpratıp, insanların Allah inancından uzaklaşmasına neden olabilir. Bunun için anlam taşıyan sözcüklerin sırf sözcük olarak kullanılmaması gerektiği bilinci insanlara öğretilmeli ve kazandırılmalıdır.
Kelimeleri, sözcükleri ifade ettikleri anlamları ile söylesek ve kullansak yaşamımızda ve dünyamızda olabilecek değişimleri düşünebilir muyuz? Örneğin, Hacı Ahmet KAYHAN adında bir büyüğümüzün ‘Dua’ başlığı altında yazdığı sonradan da “Evrensel Çağrı” başlığı ile duyurulan bu çağrıyı lütfen kelimelerin anlamlarını içinizde hissederek ve yaşayarak okuyunuz. Bunu üzerinizde taşıyarak sık sık okuyunuz, okutunuz ve burada ifade edilenleri uygulayınız, uygulatmaya çalışınız.
Dini inancınız ne olursa olsun, hatta dini inancınız hiç olmasın, buraya kadar yazdıklarımızı ve söylemeye çalıştıklarımızı özetlemeye çalışırsak ve bütün bunları bir ifade altında toplamaya çalışırsak, sanıyorum şöyle bir ifade ile karşılaşırız. Bu ifadeyi isterseniz bütün dini inançların, isterseniz bütün insanlığın ortak ifadesi olarak kabul edin. Yeter ki benimseyin, benimsetin ve uygulayın.
BÜTÜN DİNLERİN TEK MADDELİK ANAYASASI
BEHZAT ŞAŞAL 
“Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyilik yapmayı, anlayışlı ve ılımlı davranmayı, komşunuza, yetimlere ve yakınlarınıza karşı cömert olmayı emredip, utanç ve arsızca olanı, gayrı meşru kanun ve ahlak dışı ilişkileri, zinayı, haram kılınan ve kamu vicdanının uygun görmediği şeyleri, haksızlığı, yalanı, hırsızlığı, saldırıyı, baskıyı, zulmü, öldürmeyi, akıl ve sağduyuya aykırı olanı, her türlü taşkınlığı yasaklar.
Size düşünüp, ibret almanıza faydalı olur diye öğüt veriyor ve sorumluluklarınızı hatırlatıp uyarıyor.”
NAHL Suresi 16 / 90
Bu uyarıcı güzel ayetten sonra bir şey söylemek, yazmak istemiyorum.
Saygılarımla
HESAP VERMEK
İnsanoğlunun en hoşlanmadığı şey, dini inançlarında olsun, dünyevi inançlarında olsun, hesap vermek ve sorguya çekilmektir.
Ölümden korkmayan bir general ve imparator bir savaş sonrasında yenilerek esir düşüyor. Kapatıldığı hapishaneden bir gün alınıp götürülürken “Beni nereye götürüyorsunuz?” diye sorduğunda “İdam etmeye” cevabını alınca, derin bir “ohh” çektikten sonra “Ben de beni sorguya götürüyorsunuz diye korkmuştum” demiş.
İnsanoğlunun sorguya çekilip hesap vermekten kaçınmak, kurtulmak için başvurmadığı çare yoktur. Dünyevi yaşamımızda bir suç işlediğinde binbir yollara başvurarak soruşturmalardan, adaletin vereceği ceza ve mahkumiyetten kendini kurtarabilmekte, kurtarabilmenin yollarını bulabilmektedir.
İnsanoğlunun bütün derdi, ahiret denilen o öbür dünyadaki soruşturmadan hesap vermeden nasıl kurtulacağıdır. Kimileri “öbür dünya diye bir şey yok, dolayısı ile de hesap vermek diye bir şey yok” diyerek kendisini aldatmaya veya kendisini buna ikna etmeye, inandırmaya çalışmaktadır.
Böyle bir düşünce insanın kendi kendisini aldatmasından, kandırmasından başka bir şey değildir. Dini inançları ne olursa olsun bu şekilde düşünenler, teknolojik ve özellikle elektronik ve elektromanyetik alandaki son gelişmelere dikkat etmiyorlar mı? Özellikle bu son elektronik ve elektromanyetik dalgalarla çalışan aparatlarla insan ve bedensel yapı ile Kur’an’daki bazı ayetler arasındaki bağıntıyı düşünemiyorlar, göremiyorlar mı?
8 – 12 – 2005
DİN ÜZERİNDE YAPILAN BÜYÜK YANLIŞLIKLAR
Bir yapı fuarını gezdim. O yapı fuarında yeni teknolojik bulgular sergileniyordu. Bir çelik kapı firması, parmak ucumuzdaki parmak izlerimizle veya parmak uçlarımdan yayınladığımız biomanyetik dalgalarımızı algılama ve buna cevap verme sistemiyle çalışan bir kapı sergiliyordu. Bu kapı 25 adet parmak izine kadar şifreleniyordu. Yani kapıya konulan aparat 25 kişinin parmak izini veya biomanyetik dalgasını algılamasına göre işlev görüyordu. İçtenlikle inanıyorum ki şimdilik 25 adet parmak izine ve biomanyetik yapıya göre çalışan bu aparat çok kısa bir zaman sonra bilgisayar sistemine göre yüzlerce, binlerce kişinin parmak izlerine ve biomanyetik dalgasına göre çalışır hale getirilecektir. Yani kısa bir zaman sonra insanlar şifre ve tanıtım kartı olarak parmak uçlarını kullanacaklar. Bu durumu teknoloji olarak bilim olarak gayet normal karşılıyoruz değil mi?
Peki Kur’an’da bindörtyüz küsür yıl önce açıklanmış bulunan;
“Evet, kesinlikle insanları parmak uçlarına kadar yeniden var etmeye kudretimiz yeter.”
Kıyamet 75 / 4
Neden, bilimsel bulgularla kullandığımız bazı teknolojik aparatların çalışma sistemlerini ilgili ayetlerle birlikte düşünüp, birlikte değerlendirmiyoruz?
Elektronik ve elektromanyetik dalgalarla çalışan son teknolojik bulgular ve uygulamaları lütfen yakından ve dikkatle takip ediniz, bu bulgular üzerinde, bunların çalışma sistemleri üzerinde bilimsel olarak düşününüz. 
Günlük yaşamımızın vazgeçilmez aparatları olan, radyo, tv, faks makinelerinin ve cep telefonlarının hem de görüntülü cep telefonlarının çalışma sistemleri üzerinde düşününüz.
Hele hele, insanın biyolojik yapısından kaynaklanan ve yayınlanan, adına “Biyoenerji” veya “Biyo elektromanyetik dalga” denilen dalgalarla çalışan, elektronik, elektromanyetik dalgalara göre üretilen sistemler üzerinde çok daha fazla düşünmemiz gerekmektedir. Çünkü, insanın gözlerinden, beyninden, ellerinden ve diğer organlarından yayınladıkları biyo manyetik dalgalara göre çalışan elektro manyetik aparatlar yapılmıştır. Örneğin gözümüzden yayınladığımız manyetik dalgalara veya manyetik frekansları, beynimizden yayınladığımız düşüncelerimizi yansıtan biyo-manyetik frekansları algılayarak işlev gören televizyonların, bilgisayarların yapılmış olması gibi.
Bütün bu ve bundan sonra bulunacak olan elektronik ve elekromanyetik dalgalarla çalışan teknolojik araçlardaki çalışma sistemi, aslı tabiat kanunları dediğimiz konulardır. İşin aslında, tabiat kanunlarını işler hale getiren, tabiatın özünde var olan, değişmeyen ve şaşmayan bir sistemin varlığıdır, böyle bir sistemin var olmasıdır.
9 – 12 – 2005
Bugün bulunan ve bundan sonra da bulunacak olan bilimsel bulgular ve bu bilimsel bulgulara göre yapılan, üretilen teknolojik yapıların çalışma sistemleri de tabiat kanunlarının işlerliğini sağlayan tabiatı oluşturan özyapının içindeki sistemdir.
Bütün bu bilimsel bulgulara ve bu bulgulara dayanılarak yapılan teknolojiye, tabiat kanunlarının özünde var olan sistem için Kur’an ne diyor?
“Kur’an, tabiat kanunları için Allah’ın ilahi kanunlarıdır” diyor
Fetih 8 / 23
Tabiat kanunları, Allah’ın ilahi kanunları ise, tabiat kanunlarına bağımlı olarak bulunan bilimsel açıklamalar ve teknolojik bulgular gerçekte kime ait olur?
Ve yine tabiat kanunlarına ait olan sistemle çalışan radyo, televizyon, faks, cep telefonlarının ifade etmek istediği, daha doğrusu bize anlatmak öğretmek istediği ve bizlere vermek istediği mesaj nedir?
Bütün bu bilimsel bulgular, elektronik ve elektro manyetik sistemle çalışan teknolojiler bize Kur’an’da da açıkça belirtildiği gibi:
* “Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bunlar bir tesadüf değildir, bu inkar edenlerin zannıdır”
Sad 38 / 27
* “Bizim sizi boşyere bir oyun, bir eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi (hesap vermeyeceğinizi) mi sandınız?
Mü’minun – 23 / 115
Ayetleri bize bu uyarıları açıkça anlatmaya çalışmıyor mu?
Peki, insanın bedensel yapısı, Kur’an’da açıklanan tabiat kanunlarına bağlı ve bu sistemle uyum içinde ise, insan, belirttiğimiz ve belirteceğimiz ayetlerin dışında olabilir, bu ayetlerin dışında kalabilir mi?
Kesinlikle HAYIR
Peki bunun böyle olduğunu nereden biliyoruz veya bunun böyle olduğunu nasıl kabul edebiliriz?
Bunu insanın beden yapısı üzerinde bulunan son bilimsel bulgulara ve bu bulguları yansıtan teknolojik yapılara bakarak bulabiliriz ve bu durumu Kur’an ayetleri de açıkça ortaya koymaktadır.
İnsanın beden yapısından, organlarından ve duygularından yayınladığı biyo manyetik dalgalara dayanarak çalışan teknolojik bulguları yazımız içinde belirtmiş bulunuyoruz. Şimdi de Kur’an’da bu durumu açıklayan ayetlere bir bakalım:
Önce dünyada yaşamımız boyunca bütün konuştuklarımızın, sesimizin yok olmadığını belirten ayetler:
* İNCİL: “Dünyada taş üstünde taş kalmayacak fakat sözleriniz (sesiniz) yok olmayacak”
* KUR’AN: “Allah işitendir, her şeyi bilendir” BAKARA 2/56
* “Rabbin gökte ve yerde konuşulan her sözü bilir, O, işitendir, bilendir” ENBİYA 21/4
* Onların sözleri seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de açıkça söylediklerini de biliriz.” YASİN 36/74
Şimdi de diğer uyarılara ve açıklamalara bir bakalım.
* “Biz insanlara ayetlerimizi (delillerimizi) hem ufuklarda (dış dünyaya), hem de kendi içlerinde (biyolojik yapılarında) göstereceğiz ki bunun gerçek olduğu açıkça belli olsun”.
FUSSİLET 41/53
* “Göklerde ve yerde nice ayetler (deliller) vardır ki, onların yanlarında hiç düşünmeden yüz çevirerek geçerler”
YUNUS 10/ 101
* “Sizi yaratan, size işitme duyusu, gözler ve kalp veren O’dur”
MÜLK 67/13
* “Siz yaptıklarınızın gizli kalacağını mı sanıyorsunuz? Biz sizin düşündüklerinizi biliriz”
NAHL 16/19
* “Herkes Gözetlenmektedir” veya “Gözetlenmektesiniz”
TAHA 20/135
Kur’an’da bu konularla ilgili pek çok ayetler bulunmaktadır. biz örnek olarak yalnızca bunları aldık.
Peki, ayetlerde belirtilen bu açıklamaların oluşması mümkün müdür, mümkün ise bu nasıl olacaktır?
Kur’an ayetlerinde açıklanan bu olasılıkların, olup olamayacağı üzerinde şüphe etmenize hiç gerek yok. Ayetlerde belirtilen bütün bu oluşumlar bugünün bilimselliği ve bu bilimselliğe dayanarak yapılan teknoloji zaten açıkça uygulanmakta, hatta bizzat kendimiz uygulamaktayız. Elimizde ve evimizde kullandığımız teknolojik araçlara ve onların işlevlerine bakalım. Bu ayetlerde belirtilen işlevleri göreceğiz.
Öncelikle, Kur’an’da parmak uçlarımız ile ilgili ayeti ele alalım. Lütfen bizim burada yazdığımız ve yazamadığımız, parmak uçlarımızı algılayarak uçlarımızı tanıyan bankamatikleri, kişilere özel kartları ve parmak uçlarımızı algılayarak çalışan diğer teknolojik araçların çalışma sistemini Kur’an’daki ayetlerle birleştirerek birlikte düşünüp değerlendirelim. Parmak uçlarımızın bir çok yerde artık şifre olarak kullanıldığını lütfen unutmayın. Bilgisayarlar bu uygulamanın başında geliyor.
Sesimizin, konuşmalarımızın da yok olmadığı ayetlere gelince, yine teknolojideki uygulamalara bir bakınız. Sesimiz, görüntülerimiz kaset, disket, CD’lere alınmakta, sesimizi, görüntülerimizi istediğimiz yerde ve zamanda tekrar tekrar dinleyip seyredebilmekteyiz. Cep telefonlarımız sesimizi ve görüntümüzü dünyanın öbür ucuna gönderebilmekte, görüntümüz seyredilmektedir.
Öylesine ki, cep telefonumuzla arama yaptığımızda karşı tarafa bizim nerede olduğumuzu hatasız bildirmektedir. Biz elimizdeki cep telefonumuzu kandıramıyoruz. Peki Allah’ı nasıl kandıracağız?
Televizyonlarımızda dünyanın öbür ucunda oynanan bir futbol maçını hemen hemen aynı anda seyredebilmekteyiz. Hakemin düdük sesini, topa vurulduğunda topun çıkardığı sesi aynı zamanda dünyanın öbür ucunda duyabilmekteyiz. Bu ve benzeri teknolojiler, doğada da işleyen bir sistemdir. Zaten doğada böyle bir sistem olmasa sesimizi ve görüntümüzü dünyanın öbür ucuna iletebilir, gönderebilir miyiz?
İşte doğanın işlerliğinde var olan bu sistem, doğduğumuz andan ölünceye dek çıkardığımız sesleri, konuşmalarımızı ve her türlü görüntümüzü, frekansları şeklinde algılamakta ve sonsuza dek onların varlığını korumaktadır.
İleride bu alanda gelişecek olan teknoloji ile seslerimiz ve görüntülerimiz uzay içinden saptanıp tespit edilecektir. Öylesine ki, bir CD’ye alınacak olan kendi sesimizi ve görüntümüzü televizyonda seyreder gibi seyredeceğiz.
Bu durumun oluşacağını, Atatürk daha 1936 da Prof. Afet İnan’a yazdırdığı sözleriyle belirtilmiştir. Atatürk 1936 yılı üniversitelerin açılış yıldönümünde Afet İnan’ın tarih derslerinde okuması için yazdırdığı sözleri Afet İnan o günkü koşullar içinde derslerinde okumuyor. Fakat Atatürk’ün ölümünden sonraki zaman içinde bu konuda yapılan bilimsel araştırmalar Atatürk’ün sözlerinin ve görüşlerinin doğruluğunu ortaya koyunca Afet İnan Atatürk’ün Hatıralar ve Belgeler” kitabında özür dileyerek yayınlamıştır. Şimdi Atatürk’ün 1936’da söylediği ve yazdırdığı bu sözleri lütfen defalarca çok dikkatle okuyunuz ve üzerinde düşününüz.
“Tabiatta bilirsiniz ki hiçbir şey yok olmaz, ne bir ses, ne bir söz, ne de bir hareket. Olduğu çağ ne kadar eski olursa olsun, bütün bu oluşlar oldukları andaki gibi tabiat içindedirler. Bu dalgalanmada zaman ve mesafe mefhumu yoktur. Yani bizi saran tabiat unsurları içinde binlerce ve binlerce sene evvel söylenmiş sözler olduğu gibi toplayıp tespit etmek imkanına elbette varılacaktır. Tabiatın bugün için esrar dolu sinesine gireceği muhakkak olan insan zekası beklenilen hakikatleri ortaya koyacaktır. Çünkü tarih belgelerinin ilerdeki keşifleri buna dayanacaktır. Her tarihi şahsın söylediği sözler toplanabilecek ve böylece biz onları kendi seslerinden ve sözlerinden dinleyeceğiz”.
Atatürk’ün bu görüşleri Kur’an’daki bu alandaki ayetleri özetle açıklar durumdadır. Şimdi de bu alanda yazdığımız ayetler ile Atatürk’ün görüşlerini doğrulayan iki ayeti daha dikkatinize sunuyorum.
“Nihayet oraya vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları hakkında onların aleyhinde ve lehinde şahitlik ettiler.
FUSSİLET 41/20
* “O gün, Biz, onların ağızlarını mühürleyeceğiz, yapmış oldukları her şeyi elleri söyleyecek, ayakları da şahitlik edecektir”.
YASİN 36/65
Bu nasıl olacaktır?
Bütün bu oluşumlar doğduğumuzdan ölünceye dek beden yapımızın yayınladığı biyo manyetik dalgalar, frekanslar sayesinde olacaktır. Özellikle bu biyomanyetik dalgalar, frekanslar, beş duyumuzla birlikte kalbimiz ve beynimizde çok kuvvetli bir durumdadır. Beynimizden yayımlanan bu frekanslar, atmosfer tarafından algılanmakta ve sonsuza dek korunmaktadır. Örneğin, beyin yapımızda beş duyumuz dışında daha bilimin bulamadığı başka duyularımızın merkezleri de bulunmaktadır ve bunların hepsinin merkezi beynimizdedir. Beynimiz kendisine gelen mesajları algılamakta arşivleyip depo etmektedir. Arşivleyip depo etmesinin yanında bunları frekanslar şeklinde uzaya, atmosfer içine yayınlamaktadır. Ve uzay da bunları kendi içinde korumaktadır. İşte Atatürk’ün olsun Kur’an’daki ayetlerde olsun anlatılmak ve açıklanmak istenilen; bedenimizden, organlarımızdan ve özellikle beynimizden yayımlanan bu frekansların uzay içinde tespit edileceği hususudur. Öylesine ki, daha öbür dünya dediğimiz öteki aleme gitmeden, akıl almaz bir hızla gelişen bilim ve teknoloji, yayınladığımız bu frekansları algılayıp görüntüye dönüştürerek bizlere gösterilebilecektir. İleriki zamanlarda insan yaşamında gizli, saklı hiçbir şey kalmayacak, bunları, yani yaptıklarımızı daha bu dünyada iken kendimiz seyredeceğiz.
Bu soruşturma ve hesap verme işlemini çok güzel açıklayan iki ayetle konumuzu bitirelim.
* Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bunlar bir tesadüf eseri değildir, bu inkar edenlerin zannıdır”
SAD Sur 38/27
* Bizim sizi boş yere bir oyun, bir eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğimizi (hesap vermeyeceğinizi) mi sandınız?
MÜMİNUN Sur 23/115
Dini inancınız ne olursa olsun bu ve buna benzer ayetler üzerinde lütfen düşünün. Yaşamımızın tabiatla olan bağlantısını, ilişkisini görünüz ve değerlendiriniz.
3 – Ocak – 2004
Kur’an Ayetleri Üzerinde Bilimsel Araştırmalar İçin Öneriler – 1
İçinde milyonlarca çeşit türde yaşam bulunan bir dünyanın üzerinde yaşıyoruz. Yalnızca üzerinde yaşadığımız dünyamızın yaklaşık dörtte üçünü kaplayan ve içinde akıl almaz milyonlarca yaşamın bulunduğu denizler. Sonra, üzerinde yaşadığımız ve adına kara parçası dediğimiz o dörtte birlik bölüm. Canlı, cansız diye ikiye ayırdığımız varlıklar kümesi. Gözle göremediğimiz, elle tutamadığımız mikrop, bakteri, virüs, atom ve hücre dediğimiz varlıklar. Üstünde yaşadığımız şu dünyanın dışına çıkalım. Sayısını bilmediğimiz ve adına yıldız dediğimiz topluluklardan oluşan galaksiler. Bir galakside dört yüz milyondan fazla yıldızın varlığını bir düşünün. Trilyonlarca yıldız ve bu yıldızlar içinde en azından milyonlarca bizim dünyamızdaki gibi yaşam bulunan yıldızlar.
Kainat denilen bu evrenin akıl almaz sistemi üzerinde düşünelim, hem de çok düşünelim.
Binler, hatta milyonlarca yıldan beri sürüp giden bu sistemin düzeni bir tesadüf eseri ve rasgele bir olay olabilir mi? Rastgele, tesadüfen oluşmuş bir olay olsa idi, milyonlarca yıldan beri devamlılığını koruyan bu sistem hiç bozulmadan, şaşmadan kendini koruyabilir devam edebilir miydi? Milyonlarca yıldan beri devamlılığını koruyan bu sistem veya kanun nasıl kurulmuştur ve devamlılığını hiç şaşmadan nasıl korumaktadır? Yıldızlar arasındaki itme ve çekme kanunundaki o şaşmaz ince hesap, nasıl, nereden gelmiş ve nasıl korunmaktadır? Bilemiyorum. Bunlar bir tesadüfün eseri olabilir mi? bu sistemi ve bu kanunları bir kuran, düzenleyen ve koruyan olmasa, tesadüfen oluştuğu iddia edilen bu sistem milyonlarca yıldan beri hiç şaşmadan kendini koruyarak devam edebilir mi?
Bütün bu olaylar ister tesadüfen oluşan bir tabiat olayı, ister adına Allah denilen bir kuvvet tarafından oluşturulmuş olsun. Nasıl inanırsanız inanın, yalnızca unutmamamız ve aklımızdan çıkarmamamız gereken, evrenin bizim dışımızda ve üstümüzde bir sistem içinde bulunduğunu kabul etmeli ve bu sisteme uyum göstermeliyiz. İnsanoğlu bu tabiat kanunlarına ne kadar uyum gösterirse o oranda başarılı, huzurlu ve mutlu olacaktır. İnsanın beden yapısı da, ruhsal yapısı da tabiat kanunları ile özdeş bir yapıdadır. Dolayısıyla insanlar, kendi yapılarını bedensel ve ruhsal olarak ne kadar tabiat kanunları ile özdeş hale getirebilirse, o oranda saf, temiz, arınmış olur ve insanoğlu işte o zaman dünyevi yüceliği elde eder. Bir başka deyişle, din ve dinlerin amaç ve felsefesini anlayabilmek, özüne inebilmek için tabiat kanunlarını çok iyi incelememiz ve anlamamız gerekmektedir.
Öneri 1 : Tabiat kanunlarını ve bu kanunların bir parçası olan insanı anlayabilmek ve değerlendirebilmek için tabiatta var olan bütün varlıkların temel yapısını oluşturan “atom” ve “hücre” yapısını çok iyi bilmemiz gerekir.
Özellikle atom ve hücrelerin kimyasal, fiziksel, biyolojik gibi dış yapıları yanında iç yapısındaki psikolojik yapısının da incelenmesi gerekir. bu iç yapılarının içinde atom ve hücrenin psikolojik dediğimiz ruhsal yapısı da bulunmaktadır. Bu ruhsal yapısını nasıl tespit edeceğiz ve nasıl göreceğiz? Hücrelerin genetik yapıları aynı zamanda onun ruhsal yapısını da mı yansıtıyor? Bunları bugün bilimsel olarak bilemiyoruz. Ama eminim ki elektromanyetik mikroskoplarla yapılacak incelemeler sonucu saptanabilecek manyetik değişimler, o hücrelerin ruhsal yapıları hakkında da bizlere geniş bilgi verecektir.
Hücrelerdeki bu ruhsal yapılarla, o hücrelerin oluşturduğu varlıkların, özellikle insanların geçmişleri ile geleceklerinin saptanması da mümkün olacaktır. Çünkü hücrelerdeki genetik yapılar aynı zamanda o varlığın soy ağacını da oluşturmaktadır.
Soyağaçları bizi o varlığın ilk oluştuğu zamana kadar geriye götürebilecektir. Genetik yapılarda saptanabilecek frekanslar geçmişi olduğu kadar gelecek zamanı da yansıtabilecektir. Araştırınız ve bu sonucu elde edeceğinizi göreceksiniz.
Kur’an da “Yaş ve kuru en küçük zerre Allah’ı zikreder” veya “Yaş ve kuru en küçük zerreden Allah haberdardır” mealindeki ayetlerde, atom ve hücrenin iç yapılarındaki o varlığa özgü frekans ve bu frekanslarla kurulabilecek bağlantı veya iletişim anlatılmış olamaz mı?
Öneri 2: İnsanların el yapısının incelenmesi. Sakın bu öneriyi “yobazca” diyerek red etmeyiniz. Eli bütünüyle, ama öncelikle parmak izlerini bilimsel olarak inceleyiniz. Parmak uçlarındaki çizgilerdeki o benzersizliğin sırrı nedir? milyonlar, hatta milyarlarca insandaki parmak çizgilerindeki farklılığın kaynağı nedir? parmak izlerini değiştirmek için parmak uçlarını yaktıkları halde yeniden oluşan deride çizgiler ve izler aynen nasıl oluşmaktadır?
El yapısı, parmaklar, avuç içi çizgilerde bizim bilemediğimiz bazı sırlar olabilir mi? örneğin, parmak ucu veya avuç içi çizgilerimiz bizim, sağlığımızla, kaderimizle, ömrümüzle, yeteneklerimizle ve benzeri  yaşantılarımızla bir ilgisi var mı veya olabilir mi? Milyonda bir ihtimal de olsa dikkate almamız gerekmez mi?
Elimizin üstündeki damarlarımızın durumunun da parmak izlerimiz gibi birbirine benzemediği ortaya konmuştur. Bunun sırrı nedir?
Kur’an’daki “Biz insanları parmak uçlarından ayırdık” KIYAMET Sur: 75/4 ayeti ile, “Elleriniz o gün size şahitlik edecektir” YASİN Sur: 36-65 ayeti nasıl açıklayabiliriz?
Ayak yapımızı ve ayak parmak izlerimizi de inceleyiniz.
Ayak parmak izlerimizle birlikte ayağımızın bütün olarak yapısı ve izlenimlerinin de ellerimizde olduğu gibi kendine özgü bir durumu var mıdır? Elimiz nasıl bilimsel olarak inceleme ve araştırmaya tabi tutuluyorsa, ayak yapımız da aynen inceleme ve araştırmaya tabi tutulmalıdır. Bu araştırmada dikkat edilecek bir başka husus da, bu organlarımızı oluşturan derimizin çizgileri başta olmak üzere dış görünüm özellikleri yanında, o organların yapısını oluşturan derinin hücresel yapısı da incelenmelidir.
Kur’anda “O gün geldiğinde ayaklarınız size şahitlik edecektir” YASİN Sur: 36-65 ayetinin bilimsel açıklamasını yapabilmeliyiz?
Öneri 3: Göz yapımızı ve işleyişinin incelenmesi.
Göz organımızın yapısını oluşturan hücreler ile beynimizde görme merkezini oluşturan hücrelerin her türlü yapısını incelenmesi ile birlikte, psikolojik yapısının da incelenmesi gerekmektedir. Çünkü göz organımızla, beyindeki görme merkezimiz arasında akıl almaz bir uyum ve işbirliği bulunmaktadır. Göz organımızın yapısını oluşturan hücreler ile beynimizde görme merkezini oluşturan hücrelerin her türlü yapısının incelenmesi ile birlikte, psikolojik yapısının da incelenmesi gerekmektedir. Çünkü göz organımızla, beyindeki görme merkezimizin arasında akıl almaz bir uyum ve işbirliği bulunmaktadır. Göz organımız aldığı görüntüleri beynimizdeki merkeze gönderdiğinde bu merkez o görüntüleri depolayıp arşivlemektedir. Bu arşivleme özelliğinden dolayı bir gördüğümüz nesneyi kolay kolay unutmuyoruz. Onu seneler sonra görsek bile derhal anımsayarak tanıyoruz.
Bu arşivleme ve anımsama olayı nasıl olmaktadır?
Kur’ndaki “Hesap gününüz geldiğinde ağızlarınız susacak gözleriniz size şahitlik yapacaktır” mealindeki ayetleri bilimsel olarak nasıl açıklayabiliriz? Gözlerimiz ve beynimiz depolayıp arşivlediği bilgileri, bilgisayar disketi gibi saklayıp sonra zamanı gelince onları tekrar ortaya çıkaracak bir yapıya mı sahip bulunmaktadır?
Bugünkü bilimin parapsikoloji, bizim ise biyopsikoloji dediğiniz bilimin içinde klorveyans denilen bir “duru görü” olayı vardır. Bu duru görü olayının bilimsel açıklaması nasıl olabilir?
Öncelikle “Duru Görü” denilen olay, hiçbir teknolojik araç kullanmadan gözle görülemeyecek uzaklıktaki kişileri veya olayları görebilmektir.
Örneğin, kilometrelerce, hatta binlerce kilometre uzaklıkta, dağların arkasındaki bir kişiyi veya olayları görebilmektir. Bu görebilme olayını yapabilmek için yapılan işlem; göz ve beyindeki görme merkezinin işbirliği sisteminde oluşan ve yayınlanan biyomanyetik dalgayı, düşüncelerimizle özdeşleştirerek görmeyi arzuladığımız objeye yöneltmek olayıdır. Bu olay bilinçli ve bilinçsiz bir şekilde olabilmektedir. Şok etkisi olan bir etkileşim sonucu aniden olabildiği gibi, senelerce çalışmalar sonucu elde edilen yeteneklerle de olabilmektedir. Yapılan işlem, beynimiz tarafından yayınlanan görme merkezli manyetik dalgaları, düşünce gücümüzle kontrolümüz altına alarak ona egemen olmak ve bu manyetik dalgaları, düşünce gücümüzle kontrolümüz altına alarak ona egemen olmak ve bu manyetik dalgaları istediğimiz yere yönlendirebilmek, gönderebilmektir. Bu biyomanyetik dalgaları bulunduğumuz yerden dünyanın öbür ucundaki bir noktaya gönderebilir ve o noktadaki bütün olayları, oluşumları televizyon ekranından seyreder gibi görebilir, seyredebiliriz.
Hatta çok daha ileri giderek bu yeteneğimizi yalnızca görme işlevini gören organlarımızın dışında, bedenimizdeki herhangi bir organımızın dışında, bedenimizdeki herhangi bir organımızı, örneğin parmak uçlarımızı, burnumuzu, ayak parmaklarımızı veya istediğimiz herhangi bir organımızı görme organımız işlevini yükleyerek, o organımızı görme organı gibi kullanabiliriz. Eğer, bilim dışı, fizik ötesi, savsata deyip işin içinden çıkmaya çalışmazsanız, parapsikoloji bilimi denilen bilimin içinde buna benzer örnek olaylarla karşılaşılmıştır.
Katı bilimcilerin karşı çıkacaklarını bile bile biraz daha ileri gideceğim. Sahtekar ve yalancıları bu ifademin dışında bırakarak, dini inançlarımız içinde veya toplumumuzda ermiş, evliya denilen bazı kişiler vardır. Bu kişiler gözleriyle gördükleri gibi gönül gözü denilen gözleriyle de görebilmektedirler. Bu gibi kişiler için “Gönül gözü açık” denilir. Bu insanlar normal olarak bizim göremeyeceğimiz kişi ve olayları bazen zamanından önce bile görebilmektedirler.
Bu durumu dinsel bir hava içine sokmamıza da gerek yok. Çünkü aynı durumu sabırla çalışan yetenekli kişiler de elde edebilmektedirler.
Lütfen 22 Kasım 2003 tarih 98 sayılı Hürriyet Bilim’de yayınlanan “İşitme Duyusuyla Daha İyi Görmek Mümkün” başlıkla bu yazıyı dikkatle okuyunuz ve değerlendiriniz.
“Görme bozukluklarına sahip kişiler işitme duyusundan yararlanarak daha iyi görebilirler. İlginç sonuç, Wake Forest Üniversitesi araştırmacılarından Mark Wallece tarafından Amerikan Sinir Bilimleri Birliği’nin konferansında sunuldu. Wallece, araştırması sırasında karanlık odada bulunan deneklerden bir ışık noktasını bulmalarını istemiş. Işık kaynağı bazen bir ses eşliğinde bazen de sessiz olarak yansımış. Gözleri iyi görenler sese ihtiyaç duymadan ışık noktasını kolayca bulabilirlerken, miyoplarda başarı oranı düşmüş, fakat ışığı bulmalarına yardımcı olan sesle miyoplar da diğerleriyle aynı başarıyı gösterebilmişlerdir.
Körler, gündelik yaşama daha iyi ayak uydurabilmek için işitme yeteneklerini geliştirirler. Beyin, bir duyunun bozulması halinde diğer duyuların bilgilerinden (işlevlerinden) yararlanacak durumdadır. Bilim adamlarının son araştırmaları ileri derecede görme bozukluklarına sahip kişilerin de işitme yeteneklerini geliştirerek daha iyi “Görebileceklerini” ortaya koyuyor.
Wallece ve çalışma arkadaşları şimdi hangi görev sırasında hangi beyin bölgesinin etkinleştiğini araştırarak, farklı duyuların birlikte işleme mekanizmasını aydınlatabilmeyi umuyor.”
Bizler bu gibi olay ve oluşumları bilimsel olarak kabul etsek de, etmesek de, bunlar yaşamda karşılaşılan ve var olan olaylardır. Bize düşen bunların varlığını ve oluşumları, fizik ötesi, bilim dışı, safsata şeyler diyerek karşı çıkmak değil, bunlar üzerinde bilimsel olarak düşünmek ve bilimsel olarak araştırmaktır.
Öneri 4 – Kulak organımızın işitme işlemi üzerinde bilimsel araştırma yapınız.
Kulak denilen organ kendine gelen sesleri alır, belirli işlemlerden sonra beyindeki işitme merkezine iletir ve orada işitme işlemi tamamlanır. Beynimizin bu işitme merkezinde de sesler depolanıp arşivlenir ve bu işlemden sonradır ki, daha önce duyduğumuz sesleri kaynağını görmediğimiz halde neye ve kime ait olduğunu bilebilmekteyiz.
Parapsikoloji
Klerodarans: Duyulması mümkün olmayan uzaklıktaki sesleri duyma olayına Parapsikoloji biliminde klerodarans denilmektedir.
Burada görme duygusu için söylediklerimizi işitme duygumuz için de, göz yerine kulak diyerek, aynen söyleyebiliz.
Levitasyon: Yer çekimi kuvvetini yenmek veya yer çekimi kuvvetinin etkisinden kurtulabilmeye de parapsikolojide Levitasyon denilmektedir.
Bazı kişiler düşünce gücüyle mi, yoksa bedensel bazı çalışmalar sonucu mudur, şu anda bilimsel açıklamasını yapamadığımız bazı çalışmalar sonucu, yer çekiminin etkisini yenerek, yer çekiminden kurtulabilmektedir. Sanki hiç ağırlığı yokmuş gibi havada durabilmekte, hatta dolaşabilmektedir. Sanıyorum ki uzaya füze, uydu atışlarında kullanılan metoda benzer bir metotla yer çekimi ile bağlantısını kesebilecek üçüncü bir kuvvet oluşturabilmektedir. Örneğin, bu enerji düşünce gücüyle yayınladığımız biyomanyetik dalgalar veya biyoenerji denilen enerji olabilir mi? Bunu bilimsel olarak çözebilmek için insanın beyin gücü ile bedensel yapısı arasındaki bağlantıyı ve etkileşimi bulabilmek gerekir. Bir başka deyişle, beyin gücümüzün gücünü ve etkinliğini iyi hesaplayabilmek gerekir. Özellikle beden yapımızın beyin ve kalp denilen bu iki organdan yayınlanan biyomanyetik ve biyoenerjinin parapsikoloji denilen oluşumlarla bağlantısını, etkileşimini bilimsel olarak incelemek zorundayız.
Telaplasti: Tayyi Mekan, Levitasyon olayına benzer yakınlıklar gösteren bir olaydır. Tayyi mekan olayında, ya bedensel olarak istediğimiz yer ve mekanda istediğimiz anda bulunmak veya istediğimiz yer ve mekanı istediğimiz yerde bulundurmak ve görüntülemek olayıdır.
Tayyi mekan olayında bedensel yapımızla istediğimiz yer ve mekanda görünebilmek olayı sanıyorum birkaç şekilde olabilmektedir.
Birincisi, beden yapımızdan yayınladığımız biyomanyetik dalgalarımızın varlığını istediğimiz yer ve mekanda düşünme gücümüzle, biyomanyetik dalgalarımızı oraya yönlendirmek ve orada görüntü halini kazandırmak, yani biyomanyetik dalgalarımızı görünür hale dönüştürmektir.
İkincisi, biyomanyetik dalgalarımızı bulunduğumuz yerde görüntü halinde bırakarak, bedenimizi oluşturan atom ve hücreleri istediğimiz yere gönderebilmek ve orada biyolojik yapımızı yeniden düşünce gücümüzle oluşturmaktır.
Bunu bilim kurgu filmlerindeki ışınlama olayına benzetebiliriz.
Üçüncüsü, düşünce gücümüzle istediğimiz kişi ve mekanı istediğimiz yerde yeniden görüntüsünü sağlamaktır.
Çok kaba ve genel bir benzetme ile tayyi mekan olayını bugünkü teknolojide televizyon yayınlarına benzetebiliriz. Televizyon çekimlerinde önce film çekimi yapılmakta ve bu film elektromanyetik dalgalarla bir uyduya gönderilmektedir. Aynı işlemi düşünce gücümüzle, bedenimizden yayınladığımız biyomanyetik dalgalarımız üzerinde yapabildiğimizi düşünün. Öylesine ki, bedensel görüntümüzü yalnızca bir yerde değil, televizyonlarda olduğu gibi birçok yerde oluşmasını sağlayabiliriz ve sağlayabilmekteyiz.
Örneğin bedenimiz yatakta yatmasına karşılık, rüyalarımızda sanki bedensel seyahat ediyormuş gibi birçok yerlere gitmemiz gibi.
Yine bir örnekleme ile bilimkurgu filmlerinde insan bedeninin ışınlanması olayı. Bu ışınlanma olayı ile bedenimizin istenilen yerde yeniden bulunabilmesi sağlanmaktadır. İşte bu ve buna benzer teknolojik oluşumlar gerçekte düşünce gücümüzle de oluşabilmektedir. Bütün mesele bunun bilimsel olarak nasıl olabileceğini bulabilmektir. Bu düşündüklerimiz bir takım hayali varsayımlar değildir. Bunlara savsata, bilimdışı, fizik ötesi denilmeden önce bilimsel olarak incelenmesini öneriyorum.
Telekinezi: Psikokonezi de denilen olay, hiçbir araç kullanmadan sırf gözlerimizi ve düşünce gücümüzle eşyaları hareket ettirme olayıdır.
Bedenimizden biyoenerjinin ve biyomanyetik dalgaların en yoğun ve etkin bir şekilde yayınlandığı merkezlerden biri gözlerimizdir. Gözlerimizden yayınlanan biyomanyetik dalgalar, beynimizden yayınlanan biyomanyetik dalgalarla birleşmesi sonucu, düşüncelerimiz yönünde aktif ve etkin olurlar. Çünkü bu biyomanyetik dalgalar elektromıknatısa benzer bir frekansa ve dolayısıyla etkinliğine sahip olurlar. Dolayısıyla telekinezi denilen gözle itme veya çekme gibi benzeri etkinlikler bu yöntemle olmaktadır.
Nazar: Sözlükler, “Belli kimselerde bulunduğuna inanılan; insanlara, özellikle çocuklara, evcil hayvanlara, eve, mala, mülke, hatta cansız nesnelere de zarar veren bakıştaki çarpıcı ve öldürücü güç” olarak tanımlamaktadır. 
Telekinezi ile nazar arasında büyük bir benzerlik bulunmaktadır. çünkü ikisi de gözlerimizden yayınlanan biyomanyetik dalgaların etkinliği ile oluşmaktadır. Aradaki fark her iki oluşumdaki düşünce farkıdır. Telekinezi’de maddeye zarar vermeyi düşünmeden etkileriz, nazar olayında ise zarar vermeyi düşünerek bakar ve zarar verici şekilde etkileriz. Değişiklik veya farklılık, beynimizden, düşüncelerimize uygun, düşüncelerimizi oluşturacak etkinlikte frekanslar yayınlamamızdır. Çünkü yayınladığımız bu frekansların düşüncelerimiz yönünde etkinlikleri ve yaptırım gücü bulunmaktadır. Nazar olayında olduğu gibi birçok olay ve oluşumlarda etkin olan bu biyofrekansların bilimsel olarak incelenmesini ısrarla öneriyorum.
Parapsikoloji biliminde bu ve buna benzer daha birçok olaylar oluşmaktadır. Örneğin Psikospirit denilen “Ezoterik şifacılık” veya Radyonik denilen “Uzaktan tedavi”, radyestezi, “Su ve maden bulma” gibi daha birçok parapsikolojik denilen, olaylar aslında birer biyopsikolojik oluşumlardır.
Parapsikolojik mi Biyopsikolojik mi?
Tekrar tekrar vurgulayarak belirtiyoruz ki parapsikolojik olaylardır. Bu ve buna benzer olayları parapsikoloji bilimi açısından değil biyopsikloji bilimi açısından incelenirse çok daha bilimsel ve akılcı sonuçları elde edileceği inancındayım.
Daha açık ve daha anlaşılır bir söyleyişle, parapsikoloji biliminde incelenen olaylar aslında etkileyen veya etkili olan kendi düşüncelerimizdir. Meydana gelen parapsikolojik oluşumlar aslında psikolojik durumlarımızın biyolojik yapımızla birleşmesi sonucu bedenimizden yayınladığımız biyomanyetik veya biyofrekanslarımızın oluşturduğu oluşumlardır. Bir başka deyişle Biyopsikolojik oluşumlar, dışardan veya kendi iç yapımızdan gelen etkili psikolojik durumların biyolojik yapımıza etkilemesi sonucu oluşan biyofrekansların oluşturduğu oluşumlardır.
Gelin olaya bir de dinsel açıdan bakarak inceleyelim. “Dinsel açıdan” der demez bir çok çevrenin buna derhal tepki göstereceğini, bizi peşinen yobazlıkla, geri kafalılıkla suçlayacaklarını biliyorum. Ne derseniz deyin, ne dünürseniz düşünün. Sizlerden bir tek ricam var. Ne olur kendinizi bilimsel sandığınız bazı ön düşüncelerden, şartlanmışlıklardan biran için olsun kurtarmanızdır. Gelin bütün bilimsel ve akılcı şüpheciliğimizle konulara birlikte bakalım ve inceleyelim.
Bu konuda en kuvvetli kaynak olan din kitabımız Kur’anı ele alalım. Kur’an’daki bazı ayetleri bilimsel açıdan değerlendirelim. Çünkü bugüne dek yaptığımız en büyük yanılgımız ve yanlışımız, Kur’anı yalnızca bir din kitabı olarak ele almamız ve onun üzerinde yeterince bilimsel açıdan durmayışımızdır.
Örneğin, buraya kadar sözünü ettiğimiz Klerodarans, Levitasyon, Tayyi mekan, Telekinezi gibi benzeri parapsikolojik dediğimiz oluşumların kaynağı nedir?
Beş değil ondokuz duyuya sahibiz
Bu ve bunun gibi benzer daha birçok olayların özüne inebilmemiz için, bunları insan yapısının dışında değil, özellikle insan yapısının içinde aramamız gerektiği inancındayım. İnsan yapısındaki bu öz’e inebilmek ve bu özdeki kaynağı görebilmek için bütün peşin hükümlerden, ön fikirlerden kendimizi kurtararak insanı fiziksel, biyolojik yapılarının dışına çıkararak, psikolojik dediğimiz yapısının da özüne inerek incelememiz gerekir.
Bu öz yapıya inebilmemiz ve inceleyebilmemiz için Kur’an’daki MÜDDESİR (Gizlenmiş sır) Sur: 74/30 ayetinin bilimsel olarak incelenmesi gerekir. Muhammed Esed’in “Kur’an Mesajı-Meal ve Tefsir” kitabında söz konusu ayet, “Onun üzerinde ondokuz (güç) vardır” şeklinde meal ve tefsir yapabiliriz. Bu ayet üzerinde Muhammed Esed’in Kur’an mealinden Ebubekir Razi tarafından yapılan daha geniş bir açıklama ise şöyledir:
“Klasik müfessirlerin (Kur’an yorumcuları) çoğu “Ondokuz”un cehennem bekçiliğini veya muhafızlığını yapan melekler olduğu görüşünü paylaştıkları halde Ebubekir Razi, burada insanın kendi içindeki maddi, zihni ve duygusal güçlere işaret edildiği görüşündedir. İnsanı potansiyel olarak öteki yaratıkların üstüne çıkarma, ama yanlış kullandıklarında onun bütün kişiliğinde yozlaşmaya ve bu nedenle öteki dünyada şiddetli bir azaba yol açan güçler.
Razi’ye göre filozoflar, bu güçleri veya melekeleri (yetenekler) öncelikle, hayvan ve dolayısıyla insan bedeninin yedi organik fonksiyonu ile 1- Cazibe, 2- Bağlılık, 3- Zararlı yabancı maddelerin dışarı atılması, 4- Yararlı yabancı maddelerin içeri alınması, 5- Besinlerin hazmedilmesi, 6- Büyüme, 7- Üreme özdeşleştirirken, beş “Dışsal” yahut fiziksel duyu ile 1- Görme, 2- İşitme, 3- Dokunma, 4- Koklama, 5- Tatma ile özdeşleştirirler.
Üçüncü olarak, Razi’nin çok güvendiği İbni Sina tarafından
1-                             Soyutlanmış duygusal imgeleri (hayal, imaj) algılama,
2-                             Düşünceleri bilinçli şekilde algılama
3-                             Duygusal imgeleri algılama
4-                             Bilinçli kavrayışları hatırlama
5-                             Duyusal imgeler ile daha yüksek kavranışları uyumlu hale getirme yeteneği olarak tanımlanan beş “İçsel” yahut zihni duyu ile ve son olarak bir de hem “Dışsal” hem de “İçsel” duyu kategorilerinden kaynaklanan, isteme yahut nefret etme (sırasıyla korku, yahut öfke) duyguları ile eş tutarlar. Böylece insanın ruhsal akıbeti üzerinde belirleyici olan güçlerin veya melekelerin (yeteneklerin) toplamını ondokuza çıkarırlar.
Toplu olarak ele alındıklarında, insana kavramsal düşünme yeteneği kazandıran ve onu bu konuda meleklerin (yeteneklerinin) bile üstüne çıkanlar bu güçlerdir.
İnsan, bilinçli algılama ve kavramsal düşünce yetenekleri sayesinde iyi ile kötüyü ayırt etme bilgisine sahip olduğundan güçler burada “Meleki güçler” olarak tanımlanmaktadır”.
Bizim bu konudaki samimi düşüncemiz ve inancımız da bu düşünceler yakın olmakla birlikte arada bazı farklar bulunmaktadır. şöyle ki;
Allah insanı yaratırken “Yer yüzünde kendime halif yarattım” sözleri ile insana verdiği değeri belirtmiştir. Bu bakımdan insan, dünyadaki bütün varlıklardan üstün özelliklerde yaratılmıştır. Bu üstün özelliklerin bazıları açıkça belirtildiği ve bilindiği halde Müddesir yani “Gizlenmiş sır” adlı sürenin 30. ayetinde belirtildiği gibi bazıları da açıklanmamış, gizli tutulmuştur. Ancak insan, bu gizlenmiş özelliklerini yaşamı içinde bazı özel çalışmalarla yüzeye çıkarabilmektedir. Allah, Halifem dediği insana kendisine ait olan “İsmail Hüsna” denilen 99 sıfatından minimum ölçekte de olsa bazılarını kullanmak üzere vermiştir. Bunlar, yetenek, kabiliyet veya duyu diyebileceğimiz özelliklerdir. Eğer, insana verilen bu özel yeteneklere “Duyu” dersek, insanda bilinen 5 duyunun dışında bilinmeyen 14 duyusu daha bulunmaktadır. çünkü, adına parapsikoloji denilen bilim dalında incelenen oluşumların kaynağı da bu 14 duyudan kaynaklanan oluşumlardır. Parapsikolojik oluşumları bilimsel olarak incelemek isteyenler, bu inceleme işlemini, insandaki 5 duyunu dışında 14 duyunun da varlığını dikkate alarak yapmalıdır. Ancak bu şekilde yapılacak bir inceleme ile sağlıklı, doğru ve bilimsel bir sonuç elde edilebilir. Çünkü bizim bildiğimiz veya saptayabildiğimiz kadarıyla parapsikoloji biliminde 14 adet parapsikolojik oluşum bulunmaktadır. Bilinen 5 duyu ile birlikte bu 14 parapsikolojik oluşumu da duyu olarak değerlendirir ve kabul edersek, toplam olarak insanda 19 duyu olduğu ortaya çıkar.
Kısacası biz, parapsikolojik denilen oluşumların, insanda var olan bu 19 duyunun iç ve dış psikolojik etkileşimler sonucu oluştuğu düşüncesi ve inancındayız. Bunun sonucu olarak parapsikoloji denilen bilime Biyopsikoloji denmesinin daha doğru ve daha bilimsel olacağı kanısındayız.
Bu konuda yapılacak olan bilimsel araştırma ve çalışmalara bu yönde bir ağırlık verilirse daha sağlıklı ve daha bilimsel sonuçlar alınacağı inancındayım.
Örneğin, Kur’an’ın birçok ayeti “Siz hiç düşünmez misiniz?” “Siz hiç akıl etmez misiniz?” gibi uyarıcı ayetlerle bitmektedir. Yine, ZÜMER SureSi 39/9 ayetinde “HİÇ BİLENLE BİLMEYEN BİR OLUR MU?” ayetiyle Kur’anın, bilen ve bilgili insanlar istediğini ortaya koymaktadır.
Kur’anın şu ayetini dikkate alalım ve aklımızdan çıkarmadan uygulayalım. Kur’an, MUHAMMED Suresi 47/24 ayetinde bakın biz insanları adeta azarlarcasına nasıl uyarmaktadır.
“Neden Kur’anı dikkatle incelemiyorlar? Yoksa akılları üzerinde kilitler mi var?”
Bir din kitabı bilimsellik için insanları daha nasıl uyarsın?
Bilim çevrelerinin olsun, din çevrelerinin olsun en büyük yanılgıları ve yanlışları, teknolojik ve bilimsel bulguları, Kur’an’daki ayetlerle birlikte düşünmeyi, bütünleştirmeyi gerçekleştirmemiş olmalarıdır. Dikkat edilirse bütün bilimsel bulguların öz yapısında indiğimizde doğayla bileştiğini, bu birlikteliğin de tabiat kanunlarla ve Kur’andaki bazı ayetlerle özdeşleştiğini göreceklerdir. Yani bütün bilimsel bulguların tabiat kanunları dediğimiz kanunlardan kaynaklandığını göreceklerdir.
Tabiat kanunlarının bilimsel bulgularla ve dolayısıyla Kur’andaki ayetlerle olan bağlantısını görebilmeliyiz. Bu bağlantıyı görebilmemiz için Kur’andan bazı ayetleri birlikte gözden geçirmemiz gerekir.
Örneğin: FETİH Sur. 48/23 ayetinde;
“Kur’an, tabiat kanunlarına Allah’ın ilahı kanunları diyor. Allah’ın sünnetinde (ilahi kanunlarda) asla değişiklik göremezsiniz. Onların yerini dolduracak bir kanun da bulamazsın” diyor. Çünkü;
“Her şey Allah’ın planı, iradesi ve ilmi dahilinde gerçekleşmektedir” denilmektedir. MAİDE Sur. 5/97. Dini anlayabilmek ve bilebilmek için tabiat Karunlarının özüne inerek bu kanunların işleyiş sistemini bilimsel olarak incelememiz ve bilmemiz gerekir. Tabiat Kanunu dediğimiz bütün varlıkların ilk ve en alt yapısını oluşturan ATOM ve HÜCRE’lerin yapısını ve işleyişini çok iyi bilmemiz gerekmektedir.
Evrende var olan bütün varlıkların ilk ve en alt yapısının atom ve hücrelerden oluştuğunu belirtmiştik. Her atom ve hücrenin de, yapısını oluşturduğu varlığın yapısına göre ayrı bir özelliğinin bulunduğu ve bu ayrı özelliğine göre de ayrı bir frekansa sahip olduğu bilimsel olarak ortaya konmuştur. Eğer atom ve hücrelerden yayınlanan bu frekans kesildiği, yok olduğu an, o atom ve hücre işlevini kaybetmiş demektir. Yani ölmüş demektir.
 “Gayb (bilinmeyen) aleminin, bilgi alanım dışındaki güçlerin ve imkanların anahtarı, şifreleri Allah’ın elindedir. Anahtarı, şifreleri ondan başkası bilmez. Karada, denizde ve havada ne varsa o bilir. Onun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıkları içinde tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru, canlı ve ölü ne varsa, hepsi, her şey doğruları, hakkı ortaya koyan, kainatın kayıt sicilinde kanunlar ve ilkeler kitabında bilgi işlem merkezinde (levhi mahfuzda) yazılıdır”. ENAM Sur. 6/59.
Şimdi gelin, hep birlikte elimizden geldiğince bu ayeti bilimsel olarak açıklamaya çalışalım.
Ayetin başında Peygamberimiz diyor ki “Gayp aleminin bilgi alanım dışındaki güçlerin ve imkanların anahtarı, şifreleri Allah’ın elindedir. Anahtarı, şifreleri ondan başkası bilmez. Karada, denizde ve havada ne varsa o bilir” demektedir.
Burada, bilinmeyen, meçhul, gizli ve sır alemindeki nedenini ve kaynağını bizim bilemeyeceğimiz güçlerin ve imkanların yani “Bizim bilgimiz içinde olması mümkün olmayan şeylerin oluşma imkanlarının, anahtarı, şifresi, Allah’ın elindedir” denilmektedir. O gayb aleminin yani bilinmeyen, alemin anahtarı ve şifreleri onun elinde, onun emrindedir ve bunları ondan başkası bilmez. Öylesine ki, karada, denizde ve havada bizim için bilinmeyen ne varsa bunların hepsini o bilir denilmektedir.
Ayette üzerinde durulması ve açıklanması gereken ikinci ifade ise “Onun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez” denilmektedir.
Bu ne demektir? Bunun üzerinde durulması ve açıklanması gerekir.
Yapılan bilimsel araştırmalar sonucu, dünyamız üzerinde birbirini aynı iki varlığın bulunmadığı saptanmıştır. Örneğin, kış mevsiminde sayısız, sonsuz denecek sayıda kar yağdığı halde aynı desende iki kar taneciğine rastlanmamıştır ve yine bir ağaç üzerinde on bin yaprak incelendiğinde benzer özellikler dışında birbirinin aynı iki yaprak bulunamamıştır.
Bu araştırmalardan şu bilimsel sonucu elde ediyoruz. Evrende ve dünyamızda bütün varlıkların ilk ve en alt yapısı olan tek bir atom ve tek bir hücre yapısından oluşan varlıklardan da kendine ait ve kendine özgü bir frekans yayınlanmaktadır. Bu frekansın kesilmesi, yok olması demek, o atom ve hücrenin yok olması yani bir bakıma ölmesi demektir.
Bunu daha anlaşılır bir halde şöyle bir örnekle de açıklayabiliriz. Büyükçe bir salonda bulunduğumuzu düşünelim ve bu salonda çok değişik enstrümanların veya radyo, teyp, televizyon gibi benzeri müzik aletlerinde değişik müzikler çalındığını düşünelim. Bunlardan birisinin susması veya durması durumunda biz nasıl bunu fark ediyorsak, işte Allah dediğimiz o yüce varlık da bir yaprağın düşmesini o şekilde fark etmekte ve bilmektedir. Çünkü o yaprak düştüğünde o yaprağın yayınladığı frekans bitmektedir.
Ayetin üzerinde durulması ve açıklanması gereken bir başka ifade de şudur. “Yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru, canlı ve ölü ne varsa hepsi, herşey doğruları hakkı ortaya koyan, kainatın kayıt sicilinde kanunlar ve ilkeler kitabında bilgi işlem merkezinde (levh-i mahfuzda) kayıtlıdır” denilmektedir.
Burada “Yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir” ifadesinde, yer küreyi oluşturan maddelerin temel yapısını oluşturan atom denilen tanelerdir. Her madde kendisine özgü yapısı ve dolayısıyla o maddenin yapısına uygun atomlardan oluşmaktadır. Yani değişik özellikteki maddelerin atomları da değişiktir. Dolayısıyla değişik maddeleri değişik atomlar oluşturduğundan, atomlar arasında da farklılıklar bulunmaktadır. Yani burada kastedilen kuru tanecikler, maddeyi veya maddeleri oluşturan atomlardır.
Yine aynı ayetin devamında da “Yaş ve kuru, canlı ve cansız hepsi, herşey doğruları hakkı ortaya koyan, kainatın kayıt sicilinde kanunlar ve ilkeler kitabında, bilgi işlem merkezinde (levh-i mahfuzda) kayıtlıdır” denilmektedir.
Burada yaş sözcüğü canlı hücreyi, kuru sözcük de cansız atomu ifade etmektedir. Bu yaş ve kuru, canlı ve cansızlıkla ifade edilen atom ve hücrelerin hepsi yapıları bakımından doğruları, kendine özgü frekanslarıyla ve yine hepsi Hak’kı yansıtmaktadırlar. Bunların hepsi de kainatın sicil defterinde kayıtlı bulunmaktadır. Bütün bu oluşumların bulunduğu ve açıklandığı ilkeler kitabını bugünün teknolojisi ile açıklamak istersek, bütün bunlar, yani bütün dini bilgiler, bugün teknolojide kullanılan, bilgi işlem merkezine benzer bir işlem merkezinde toplanmakta ve bulunmaktadır. Bir başka deyişle dini bilgiler için de, adına Levh-i mahfuz denilen bir işlem kayıt merkezi bulunmaktadır. Bu levh-i mahfuz denilen merkezin bazı bilge kişiler tarafından, ilk merkez olarak beynimiz ve kalbimiz olduğunu ifade edilmektedir. Çünkü yaşamımızda yaptığımız işlemlerin ilk kez beynimizde ve kalbimizde oluştuğuna göre, ilk kayıt merkezinin de beynimiz ve kalbimiz olduğu düşüncesi ve inancı egemen durumundadır.
Bugünkü tıp biliminde beyin ve kalp elektrosu alındığını biliyorsunuz. Bu elektro çizgiler yalnızca o organdaki biyolojik hastalığımızı değil, aynı zamanda beynimizden ve kalbimizden geçirdiklerimizi de yansıtmaktadır. Fakat bugünkü bilim düzeyi henüz bu çizgilerdeki şifreyi çözecek düzeye erişememiştir. Eminim ki bu çizgilerdeki şifreler çözümlendiği an, Kur’anın birçok ayetinde belirtildiği gibi, beynimizden ve kalbimizden geçirdiklerimiz gibi, beynimizden ve kalbimizden geçirdiklerimiz de saptanabilecektir. Çünkü, Rusya’da Kirlian Fotoğrafçılığı denilen “Düşünce fotoğrafçılığı” ile bunun ilk ve ön adımı bilimsel deneyler yapılarak atılmıştır. Bu deneyde insanlar maddi bir şeyi düşünmekte ve bu düşündüğü şeyin fotoğrafı çekilebilmektedir. Yazımız içinde de, Kur’an da da defalarca belirtilen “Kalbinizden ve beyninizden geçenleri biliriz” mealindeki ayetleri lütfen anımsayınız ve üzerinde düşününüz, bilimsel araştırma yapınız.
Açıklamasını yapmaya çalıştığımız EN’AM Sur 6/59 ayetle birlikte aynı mealdeki bazı ayetlerden de örnekler vermek istiyorum. Dileğimiz bu ve buna benzer ayetler üzerinde gerekli bilimsel araştırmaların yapılmasıdır.
·                                Her şey Allah’ın planı, iradesi ve ilmi dahilinde gerçekleşmektedir. MAİDE Sur: 5/57.
·                                “Gökte ve yerde, müminler için, Allah’ın, kainatı hikmete dayalı idare ettiğini, kudretini birliğini gösteren nice ayetler, dediler, işaretler vardır.” Aynı ayetin bir başka mealinde de “Bakın göklerde ve yerde inanmak isteyenler için ibret dolu mesajlar vardır” denilmektedir. CASİYE Sur. 45/3.
·                                İnanmak istemezler için ise ne söylenilse söylenilsin zaten inanmazlar.
·                                1 Kasım 2003 tarihli “Cumhuriyet Bilim Teknik” ekinin 867. sayısında “Geçmişin filmini çekmek” başlığı altında bir haber vardı. Bu başlık altında verilen bilgi bilimsel olarak bizi tatmin etmediğinden haberi aynen yazmaya da gerek görmedik. Buna karşın şuna içtenlikle inanıyorum ki daha başlangıçta olan bu alandaki çalışmalar “Biyomanyetik” veya “Biyofrekans” üzerinde yapıldığında ve insandaki bu frekanslar saptandığında bu frekanslar üzerinde geliştirilecek teknolojik araçlarla o frekans üzerinde geriye gidildiğinde o insanın geçmişi, ileriye gidildiğinde de gelecek yaşamı kameralarla tespit edilecektir. Tespit edilen bu görüntüler CD’lere, disketlere kaydedilebilecek ve biz daha bu yaşamda iken kendi yaşamımızı geçmişimizi ve geleceğimizi film veya televizyon seyreder gibi seyredeceğiz.
Bu teknoloji ile yalnızca görüntülerimiz değil, kendi seslerimizden bütün konuşmalarımız da saptanacaktır.
Böylece Kur’andaki;
“Dilediğinizi yapın O, yaptıklarınızı görmektedir”.
FUSSİLET Sur. 41/40
“Göklerde ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta (CD ve diskette) olmasın” NEML Sur. 27/75.
“Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gizlisini bilir, Allah yaptıklarınızı görmektedir”. HUCURAT Sur. 49/18.
“Allah, kullarının her halini haber alandır, görendir” FATIR Sur. 35/38.
Bu ve buna benzer ayetlerle de açıkça ortaya konmaktadır ki, doğduğumuz andan ölümümüze kadar bedensel görüntülerimiz ve sesimiz, yani konuşmalarımız yok olmamaktadır. Bırakın öbür dünyayı teknolojik bulguların gelişmesi ile bu dünyada bile kendi yaşamımızın geçmişini ve geleceğini film veya televizyon seyreder gibi seyredeceğiz.
Kısacası;
Biz Kur’anın bir bilim kitabı veya şifrelerle yazıldığını, şifresinin çözülmesi gerektiği bir kitap olduğu iddiasında değiliz. Biz şunu söylemeye ve açıklamaya çalışıyoruz. Kur’anda, burada belirttiğim ayetlerde olduğu gibi bazı şeyler açıkça belirtildiği halde bazıları belirtilmemektedir. Bizim istediğimiz bazı komplekslere ve ön düşüncelere kapılmadan bu ve benzeri ayetler üzerinde bilimsel düşünülmesi ve bilimsel araştırmalar yapılmasıdır. Yani Kur’an’da açık olamayan ayetlere Muhammed Sur. 47/24 ayetinde olduğu gibi, bu gibi ayetlere çağdaş bilimsel araştırmalarla, bilimsel açıklık getirilmesidir.
İnsanoğlu, ilim ve din’in değerlendirmesinde büyük bir yanlışın ve yanılgının içinde bulunmaktadır. çünkü, ilmi ayrı bir kefeye, dini de ayrı bir kefeye koyarak ayrı ayrı değerlendirmesini yapmaktadır. Oysa ayrı ayrı görünümlü bu iki kefenin de aynı özden kaynaklandığını göremiyor.
Gelin artık ilimde de, dinde de bu özü görelim ve bu öze inelim.
Örneğin;
“Kur’an tabiat kanunları için Allah’ın ilahi kanunlarıdır diyor”.
FETİH Sur. 48/23
Bu ayetin ne ve neleri anlatmak istediğini anlamak için, içinde yaşadığımız tabiat kanunlarının bilimsel olarak çok iyi incelenmesi gerekir. Birçok bilimsel ve teknolojik bulguların özünün ve temel yapısının bu tabiat kanunlarına dayandığını göreceğiz. Bu bulguların Kur’andaki ayetlerle birlikte değerlendirilmesi gerektiği inancındayız.
Örneğin;
“Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, onların yanından hiç düşünmeden, yüz çevirerek geçerler”.
YUSUF Sur. 10/105.
“Biz onlara ayetlerimizi ufuklarda (dış dünyada)  ve kendi içlerinde (iç yapılarında) göstereceğiz”.
FUSSİLET Sur. 41/53.
Buradaki ayetlerde ne ve neler anlatılmak istenmektedir? Görüp de düşünmediğimiz, bilimsel olarak üzerinde durmadığımız ve dikkatimiz çekilmek istenenler nelerdir?
Şu ayete dikkat ediniz. Adeta meydan okurcasına insanları düşünmeye ve bilimsel araştırmaya davet eden şu ayete bakınız.
“Neden Kur’anı dikkatle incelemiyorlar?
Yoksa akılları üzerinde kilitler mi var?”
MUHAMMED Sur. 47/24.
Gelin, akıllarımız üzerindeki kilitlerden kendimizi kurtararak Kur’andaki bu ve buna benzer ayetler üzerinde bilimsel olarak düşünelim ve gerekli bilimsel araştırmayı yapalım. Bunun başlangıç noktası da, bugüne dek yapılan bilimsel araştırmalarla, teknolojik bulguların dayandığı temel yapının ve temel kaynağın ne olduğunu görmeye ve bağlantısını bulmaya çalışalım.
Bilimsel ve teknolojik bulguların temel yapısının tabiat kanunları olduğunu, tabiat kanunlarının da ilahi bir sisteme dayandığını göreceğiz. Bütün bu bulgu ve görgülerin Kur’anda belirtilen bazı ayetlerle bağdaştığını, özdeş olduğunu göreceğiz.
Şimdilik Kur’andaki bütün ayetleri bırakalım. Öncelikle aşağıda belirteceğimiz ayetler üzerinde düşünülmesini ve bilimsel araştırmalarının yapılmasını öneriyoruz.
·                                Biz her şeyi nezdimizde bulunan bir düzene, bir plana göre yarattık. KAMER Sur. 54/49
·                                Nerede olsanız o sizinle beraberdir. Çünkü size hayat veren ruhunuz O’na bağlıdır. Allah yaptıklarınızı görmektedir. HADİD Sur. 57/4
·                                Gece ve gündüz tesbih ederler, hiç ara vermezler. Onlar için ibadet tabii ve aralıksızdır. ENBİYA Sur. 20/21.
(Burada bütün varlıkların yapısını oluşturan Atom ve Hücrenin içindeki hareketlilik Allah’ı tesbih olarak anlatılmış olmuyor mu?)
·                                Göklerde ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta olmasın. NEML Sur. 27/75.
·                                Onların önlerindeki ve arkalarındaki (Geleceklerini ve geçmişlerini) bilir. Onlar ise bilgice O’nu kavrayamazlar. TAHA Sur. 20/110
·                                Nihayet oraya vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında aleyhlerinde ve lehlerinde şahitlik ederler. FUSSİLET Sur. 41/20
·                                Göklerde ve yerde olanları bilir, gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri de bilir. Allah, göğüslerin özünü bilendir. TEGABÜN Sur. 64/4.
·                                Siz, açıklasanız da, gizleseniz de, biz sizin kalbinizden geçenleri biliriz. MÜLK Sur. 67/13
·                                Siz, yaptıklarınızın gizli kalacağını mı sanıyorsunuz. Biz sizin düşündüklerinizi biliriz. NAHL Sur. 16/19.
Bu ayetin bir başka meali de
·                                Sözünü açık söylesen de, gizli söylesen de, muhakkak o gizliyi de ondan daha gizlisini de bilir. TAHA Sur. 20/7
·                                Rabbin gökte ve yerde konuşulan her sözü bilir.
·                                O’ndan gizli kalan hiçbir şey yoktur. O işitendir, bilendir. ENBİYA Sur. 21/4
·                                Kimsenin kendisini görmediğini mi sanıyor. BELED Sur. 90/7.
·                                GÖZETLENMEKTESİNİZ… TAHA Sur. 20/135
Örneğin: Gözetlenmektesiniz ayetinde belirtildiği gibi
-                                 Kimin tarafından gözetleniyoruz?
-                                 Nereden gözetleniyoruz?
-                                 Niçin gözetleniyoruz?
Bu ve buna benzer ayetler üzerinde düşününüz ve bilimsel araştırmalar yapınız.
Örneğin, insan beden yapısının 60 ile 100 trilyon hücreden oluştuğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Ve yine hücreler üzerinde yapılan son bilimsel araştırmalar, DNA ve genetik bilimi açısından her hücrenin kendi başına bir alem olduğu ortaya konmuştur.
Beden yapımızı oluşturan 60 ile 100 trilyon hücrenin birer gizli kamera gibi çalıştığını, sesimiz başta olmak üzere doğumumuzdan ölümümüze kadar her şeyimizin bu hücreler tarafından yayınlandığını ve bu yayınların da uzayda levh-i mahfazda, bir kamera gibi CD’lere, disketlere kaydedildiğini biliyor musunuz?
Bütün bu bulgulardan ve sonuçtan sonra, son kararı verecek olan siz kendinizsiniz. Bu sonuca göre biz insanları uyaran şu ayetlere bir bakınız.
“Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? ZUMRE Sur. 39/9
“Allah’a ancak bilgin kuralları gereğince saygı gösterir” YUNUS Sur. 10/100.
“Andolsun, biz Kur’anı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Düşünen öğüt alan var mı hiç? KAMER Sur. 54/17
 “Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bunlar bir tesadüf eseri değildir, bu inkar edenlerin zannıdır”. SAD Sur. 38/27.
“Bizim sizi boş yere bir oyun, bir eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi (Hesap vermeyeceğinizi) mi sandınız”. MÜMİNUN Sur. 21/115.
Bu ve buna benzer ayetler üzerinde lütfen düşünün ve tabiatla, yaşamla olan bağlantısını, ilgisini, ilişkisini görünüz ve dikkate alarak gerekli bilimsel araştırmaları yapınız.
Burada bilimsel olarak düşünülmesi ve incelenmesi gereken ayetlerin hepsini belirtemedik. Biz burada bilimsel araştırmalara başlamak için ipucu olabilecek birkaç ayeti belirtmekle yetindik. Ricamız burada belirttiğimiz ve belirtemediğimiz fakat üzerinde bilimsel olarak düşünülmesi ve bilimsel olarak araştırılması gereken ayetlerin saptanması ve hiçbir komplekse ve ön yargıya kapılmadan gerekli bilimsel araştırmaların, değerlendirmelerin yapılmasıdır.
Bilimsel bulgular sonunda ne yapacağız?
Bunu düşünebilir musunuz?
Bir şeyler oluyor, anlayan var mı?
Dostlarım, hayvanlar arasında olsun, insanlar arasıda olsun, dünyamızda canlılar aleminde bir şeyler oluyor, bunun farkında mısınız bilmiyorum. Bu bir şey oluş, insanlar alemi ile hayvanlar alemi arasında bir değişim şeklinde kendini göstermektedir.
Televizyonlarda ve özellikle gazetelerde bilmiyorum dikkatinizi çekiyor mu?
Gazetede bir resim, güzel bir kedi ve bir fare birlikte yaşıyorlar, fare kedinin üstüne binmiş sırtında oturuyor.
Başka bir gazete de başta bir köpek, kendi yavrularıyla birlikte bir kedi yavrusunu emzirerek besliyor.
Bir kedinin kuşlarla arkadaş olup oynayışını, kuşların kedinin üstüne konduklarını gördünüz mü?
Ve bir kaplanla ceylanın birlikte kardeş kardeş yaşadıklarını gösteren bir başka resim.
Bu ve buna benzer daha bir sürü örnekler.
Bizim bildiğimize göre, tabiatın yaratılış kanununda taban tabana zıt yaratılışlı ve doğal yapıları gereği birbirine düşman oldukları bilinen bu hayvanların sarmaş dolaş, kardeşçe yaşadıklarını görüyoruz.
Buna karşın insan alemin ve yaşamına bir bakalım.
Yine gazetelerde okuyor ve televizyonlarda izliyoruz.
Kolundaki bileziği alabilmek için kesilen, öldürülen insanlar…
Babası 80, annesi 75 yaşlarında, bu yaşlı insanların ağızlarındaki takma dişleri zorla alarak satan bir evlat.
Kendisine para vermiyor diye, yatalak hasta annesini döverek sokağa atan bir başka evlat.
Sakatlar arabasında felçli bir insan, bu felçli insanı hastanelik edecek şekilde döverek üstündeki bütün paraları alanlar…
Çantasını almak için insanları yerlerde sürükleyerek öldürenler…
Bunlar niçin, neden yapılmaktadır?
İnsanlar, bu ve buna benzer daha bir çok kötülükleri PARA için yapmaktadırlar.
İnsanlar için para neyse, köpekler için de kemik aynı şeydir. Köpekler de kemik için birbirleri ile boğuşurlar, ama bir kemik parçası için birbirlerini öldürmüyorlar.
Bunlardan ders alan var mı?
Para için öz be öz kızına, nikahlı karısına fahişelik yaptıran insanlar…
Para için, kutsal kabul edilen vatanını, hatta dini inançlarını satanlar…
Dostlarım; Hayvanlar alemindeki bu duygusal değişimin ve davranışların farkında mısınız? Buna karşın insanlardaki bu korkunç değişimin, duygusal ve ahlaki değerler bakımından dejenere oluşunu görebiliyor ve izleyebilir musunuz?
Biz insanların ders alması için mi, hayvanlar aleminde böyle bir değişim ve insancıl yardımlaşma oluştuğunu görüyoruz.
Biz insanlara ders olması umuduyla hayvanların böylesine insancıl davranışlara yönelten bu güç nedir?
Kısacası: Hayvanlarla insanların bazı davranışlarda yer değiştirdiğini görüyor musunuz?
Bu değişimi: Gören, bilen, anlayan var mı?
İnsanlık olarak, bunların üzerinde düşünmemiz gerekmez mi?
Bu gidiş, insanlığın geleceği için büyük bir tehlike değil mi?
Bu olumsuz gidişi durdurmak değiştirmek mümkün değil mi?
Mümkün ise bu nasıl olacak?
Din istismarcılığı, dinsizliğe hizmettir – 1
İnsan oğlu var oluşundan bu güne dek huzur ve mutluluğu aramış ve aramaktadır. Bunun için de kendisine aradıklarını vereceğini sandığı bir takım ideolojiler peşinde koşmuştur, koşmaktadır. Özellikle, kapitalizm ve komünizm ideolojileri insanlığı etkilemiş ve etkilemektedir.
İnsanlar bu ideolojiler ve diğer ideolojilerde aradığını bulamamış ve bunun sonucu olarak büyük bir boşluğa, bunalıma düşmüş ve bir arayış içine girmiştir. Bu arayışta insanlar manevi inançlara ve özellikle de dini inançlara yönelmiştir. Bu yönelişi gören bazı açıkgöz çevreler bu yönelişten kendilerine bazı çıkarlar elde etme gayreti içine girmişlerdir. Bu, ekonominin ve toplum yaşamının genel kuralıdır. Bir yerde talep, yani istek çoğalınca o isteğe göre de arzlar, yani bazı sunuşlar ortaya çıkar. Dünyamızda bu gelişimi gören bazı açıkgöz kişiler, din adamları ve siyasî toplumun bu arayış ve isteklerinden faydalanma yönüne gittiler ve gidiyorlar. Büyük bir ustalıkla dindarlık kisvesine bürünüp toplumun dini inançlarını, onların istekleri ve beklentileri doğrultusunda kullanarak, dini ve insanları istismar edip onları sömürmeye başladılar.
Din ve dini inançları kimi çevreler günlük çıkarları, kimi çevreler de siyasî çıkarları için istismar ettiler ve ediyorlar. Hattâ bu alanda dünyada bir çok dini partiler kuruldu. Bu dini partilerde görev alan kişilerin ne kadar din ile ilgisi vardır, ne kadar dindar insanlardır, bu şüphe edilecek bir durumdur. Zaten bu kişiler için din ve dindarlık önemli değildir. Onlar için önemli olan dindar görünüp, toplumun dini duygularını, din inançlarını dünyevi ve siyasî çıkarları için kullanabilme ustalığını, becerisini gösterebilmeleridir. Bunlar, toplumu kandırmak için, kalıptan kalıba, kılıktan kılığa girmekten çekinmezler.
Örneğin; Bu tipteki insanlar derhal, dini inançları çağrıştıran isimlerle bir takım şirketler, holdingler kurarak insanların dini duygularını istismar ederek dine ve insanlara hizmet ediyor görüntüsü altında paralarını alırlar ve ortadan kaybolurlar. Onlar, bu davranışlarıyla kârlı olduklarını sanırlar ancak, insanların dini inançlarını yıkıp, yok ettiklerini düşünmezler, düşünseler de dikkate almazlar.
19 – Haziran – 2006
Din istismarcılığı, dinsizliğe hizmettir 2
Dini görünümlü bazı oluşumlarda rüşvetçilik, dalavere, dolandırıcılık gibi işler, fatura ve arsa yolsuzluları, kısacası burada yazmakla bitmez din adına yapılan bir sürü yalana-dolana dayanan işler ortaya çıkar. Ama onlar, bu işlerde o kadar ustalaşmış, pişmiş kimselerdir ki, halâ kendilerini dindar, namuslu, ahlâk timsali kişiler olarak göstermesini bilirler. Bu işi ustalıkla becerirler. Öylesine ki, kendi suçlarını başkalarının üzerine atarak, karşıt kişileri suçlu göstermesini çok iyi bilirler.
Kısacası, din adına “dini görünümlü” akla hayale gelmedik din dışı işler yaparlar. İşin başında millet bunun farkında olmayabilir amma, eninde sonunda uyanır ve oynanan oyunları ve çevrilen dolapları görmeye başlar.
Görmeye başlar da ne olur?
Atı alan Üsküdar’ı geçmiştir, onlar yüklerini yüklenmişlerdir.
Burada asıl tehlike ve üzerinde durulması gereken asıl mesele, insanların, aldatılmış olmalarını anlamaları ve bu kişilere bir daha oy vermemeleri değil; asıl tehlike ve asıl acı sonuç, bu aldatma olayının din adına ve dindar görünümlü insanlar tarafından yapılması ve bunun görülmesidir.
Peki, bu durumda ne olmaktadır?
İnsanlar, “beni, dini görünümlü sahtekârlar, dolandırıcılar aldattı” demiyorlar. İnsanlar bu gibi durumlarda kendisini aldatan insanları değil, doğrudan doğruya dini ve dini inançları hedef almakta, dine ve dini inançları hedef almakta, dine ve dini inançlara karşı inançları zayıflamakta, hattâ yok olmaktadır. İşte bu gibi, yani dini kullanan insanların yaptıkları en büyük kötülük budur.
İnsanların din ve Allah inançlarını yıkmakta ve yok etmektedirler.
Aldatılmanın, dolandırılmanın zararı ve acıları zamanla unutulabilir, fakat yıkılan, yok edilen din ve Allah inancının yeniden var edilmesi imkânsız gibidir. Çünkü, din ve Allah inancı kökünden yıkılıp yok edilmiştir. Bu yıkım, din adına, dindar görünümlü kişiler tarafından yapılmıştır. Bundan sonra onların karşısına gerçek din adamları değil, peygamber çıksa dahi inanmayacaklardır.
Böylece, di ve Allah inancı yok edilmektedir ve yok olmaktadır.
Ne yazık ki bu tehlikeyi görmüyoruz.
Daha açık ve özlü bir sözle; “Din ve dini inançların istismarcılığı dinsizliğe hizmettir”.
Bunu unutmayalım. Çünkü bir çok kişiden; “Eğer bunlar dindar iseler, ben dinsiz olmayı tercih ederim” dediklerini duydum.
Bu çok acı ve çok üzüntü veren bir durumdur.
Halbuki; söyler misiniz, din ve dini inançların istismar edildiği ve din ile aldatılıp kandırılan toplumlarda güvenilir seçim, sağlıklı oy almak mümkün müdür?
Aldatılarak, kandırılarak alınan oylar sonucu kurulan iktidar “milli irade”yi temsil edebilir mi?
Eğer, güvenilir seçim ve sağlıklı oylarla bir seçim yapılması, “milli iradenin” oluşması ve temsil edilmesi isteniyorsa, insanların bireysel olsun, toplumsal olsun, din ve dini inançlarının istismar edilerek aldatılması, kandırılması ve sömürülmesi önlenmelidir.
Bunun için de milletçe gerekli bütün tedbirlerin ve önlemlerin alınması zorunlu olmalıdır.
9 – Şubat – 2004
“Dinsel ve dinsel inançlar bir zamanlar için çok güzel ve çok faydalı şeylerdi. İnsanlığa çok faydası oldu ama artık dinlerin ve dinsel inançların devri geçmiştir. Çünkü dinin yerini artık ilim almıştır.
Din bilinmeyen manevi bir inanca dayanırken, ilim tamamen elle tutulan, gözle görülen içinde yaşadığımız madde ve maddesel varlığa dayanmaktadır. Bunun içindir ki artık, din ve dinsel inançları bırakalım daha akılcı olan ilme inanalım, ilme değer verelim” denilmektedir.
Bu sözleri şu sözler izlemektedir.
“Dinlerdeki dua ve ibadetlerin imamcı insanların iyi insan” olmalarını sağlamaktır. Eğer ben bazı çalışmalarla bu iyi olmayı elde edebiliyorsa iyi insan olabilmek için ayrıca dua ve ibadet etmeme gerek yoktur. Yani iyi insan olmak için dua ve ibadetlere ihtiyaç yoktur” denilmektedir.
Veya, “Eğer insanlar, dinsel inançlarda amaçlanan hedefe ve mertebeye ulaştı ise bu durumdaki insanların oruç, namaz gibi benzeri dini ibadetleri ve yapmasına gerek yoktur” denilmektedir. Ve böylece insanlara o mertebeye eriştikleri, dolayısıyla artık dua ve ibadet etmelerine gerek olmadığı düşüncesi, inancı aşılanmaktadır.
Bu gibi benzeri sözlerle de dua ve ibadet inançları zayıflatılarak yok edilmek istenmektedir.
Şimdi bu ve buna benzer sözleri yüzeysel olarak ele alır değerlendirirseniz bunlara hak vermemek, haklı görmemek mümkün değildir gibi görünmektedir.
Çok sinsice ve çok kurnazca ortaya konulan bu görüş ve düşüncedeki gerçek amacın, din inancının zayıflatılarak yıkılması isteklerinin bulunduğunu görmeye çalışalım. Bu sinsi ve kurnazca yapılan çalışmalara din açısından değil, dini inançların yıkılmasının toplumda ve insanlar üzerindeki olumsuz etkinliğini sosyoloji bilimi açısından ele alarak cevap vermeye çalışalım.
Bu gibi durumlarda, yani duygularımıza ve hislerimize seslenen görüş ve fikirlerle karşılaştığımızda, bunları akıl ve mantığımızla değerlendirmeden, akıl ve mantık süzgecinden geçirmeden, sterline balıklama atlayarak benimsememeliyiz. Biz bunları öylesine benimsiyoruz ki, “Kraldan fazla kralcı” kesilircesine bu gibi fikirleri, düşünceleri can siperane savunuyor ve yayıyoruz.
Bizleri bu gibi davranışlara yönelten duygularımızdan biri de, yeni duyulan yeni ortaya konulan fikirleri, düşünceleri, çağdaş fikirli, çağdaş düşünceli görünmek duygularımızdan ve kompleksimizden kaynaklanmaktadır. Yeni fikirler, yeni düşünceler de tıpkı yeni modalar gibi bilinçsizce benimsenmekte ve uygulamaya sokulmaktadır. Bilhassa bu uygulamada entel görünmek akıllı, kültürlü ve çağdaş görünmek kompleksi ağır basmaktadır.
Yeni fikirleri çağdaş görünmek kompleksi ile incelemeden benimsemek ve onu yaymaya çalışmak bize yani insanlığa nelere mal olmuş ve olmaktadır. Bunun üzerinde hep birlikte düşünelim. Bununla, yeni fikirler benimsemeyin, yeni fikirlere karşı çıkın demek istemiyoruz. İncelenmeden ve özellikle o fikirlerin altında gizlenen veya onların uygulanması ile meydana gelebilecek olumsuz etkilerin neler olabileceğini düşünmeden, araştırmadan kabullenmenin ve yaymanın, toplumumuz için, insanlık için zararlı sonuçlar verebileceğini ve hata verdiğini belirtmeye çalışıyoruz. Biz açıkça şunu belirtiyor ve şunu söylüyoruz, duyduğunuz her fikri peşinen ne red edin ne de kabul edin. O fikirler üzerinde araştırma yapın ve düşünün.
Sağlığımız için aldığımız ve olumsuz yan etkilerini bilmediğimiz ilaçlardan bazılarının faydadan çok zararlı olduklarını veya olabileceklerini dikkate almamız gerektiği gibi, her yeni fikirleri de uygulamadan önce incelememiz gerektiğini belirtmek istiyorum. Bizim duygularımıza ve hislerimize o an için olumlu görünse de içimizde ve toplumda yapacağı tahribatı, yıkımı düşünmemiz gerekir. kısacası Tevfik Fikret’in “Bilinsel şüphe nura koşmaktır” sözünü yaşamımızın rehberi olarak kabul etmeliyiz. 
Bu açıklamalardan sonra yukarıda kesmen de olsa değindiğimiz bazı çağdaş görünümlü düşüncelerin, fikirlerin, insanoğlu ve toplumumuzda yapabileceği olumsuz etkilerin neler olabileceğini ne sonuçlar getirebileceğini ve bunlarla hedeflenen gizli amaçların ne olduğuna birlikte bakalım. Öncelikle yeni bir fikir ve yeni bir öneri ile karşılaştığımız zaman kendi kendimize şöyle bir soru soralım ve bunun cevabını araştıralım.
Bu fikir ve düşüncelerde amaçlanan ana hedef nedir, ne olabilir?
Elde edilen bu hedef ve amaçtan kimlerin çıkarı ve kimlerin zararı vardır?
Defalarca belirttiğimiz gibi dikkat edersek, insanlar arasında birliği, beraberliği ve dayanışmayı sağlayan her türlü gelenek, görenek ve anlayışlar hedef alınarak zayıflatılmak ve yok edilmek istenmektedir. Bunu sağlamak için de “bireysel bağımsızlık ve özgürlük” fikirleri adeta sloganlaştırılarak kullanılmaktadır.
10 – Şubat – 2004
Çünkü insanlar bireyselleştirildikleri zaman, aralarındaki dayanışma ve danışma bağları zayıflamakta hatta koparak yok olmaktadır.
Bireyselleşen insanlar ise istenilen tuzağa çok daha kolaylıkla düşürülebilmektedir.
Yanlış anlaşılmaması için özür dileyerek hayvanlar aleminden bir örnek vermek istiyorum. Biliyorsunuz ki, hayvanlar aleminde avcı durumundaki bir hayvan, örneğin bir kurt, aslan, kaplan gibi avcılar, avlanmak istedikleri hayvanlar eğer bir sürü yani bir topluluk halinde ise ilk yaptıkları iş bu topluluğu dağıtmak olmaktadır. Topluluğa değişik yönlerden saldırarak o topluluğu dağıtırlar, gözüne kestirdiği avları yalnız bırakırlar ve yalnız bıraktıkları avlarını da kolaylıkla avlarlar.
Ticarî veya başka amaçları için de, tabir yerinde ise, avlamak istedikleri insanları düşünce ve karar vermelerinde yalnız bırakarak onları kolaylıkla amaçladıkları tuzaklarına düşürürler.
Namus, ahlak konusunda olsun, vatan, millet anlayışı konusunda olsun; insanları birey olarak yalnız bırakmaya uğraşırlar. Yalnız kalan insanı da duygularına hislerine, etkileyerek amaçlarına uygun kullanılır hale getirirler. Kısacası ustalıkla tuzaklarına düşürürler.
Örneğin, aile ilişkilerinde aile birliği, aile bağlılıkları ustalıkla zayıflatılma uygulamaları yapılmaktadır. aile bağlarının, dayanışma ve zayıflamasından kimler ne gibi faydalanırlar? Eşlerin birlerine, çocukların, anne, babalarına bağlılıkları ve dayanışmaları kalmazsa, bu zayıflıktan faydalanabilecek art niyetli çevreleri bir düşünün. Bu gibi durumlarda alkol, sigara, uyuşturucu, fuhuş gibi aklınıza gelebilen her türlü olumsuzluklara kolaylıkla kapılabilirler ve kolaylıkla sürüklenebilirler.
Din ve din inancının yok olduğunu bir düşünelim. Din inancının yok olması bireyler ve toplumlar üzerindeki sosyal yaşam açısından olumsuz etkisi ne olur? dinlerde sık sık belirtilen, “Suçlarınızın hesabını vereceksiniz” inancının yok olduğunu bir düşün neler olabilir? Bu inancın tamamen ve bütün insanlarda kalktığını düşünürseniz, bu kalkıştan doğan boşluğu ve yaygınlaşacak olumsuz hareketleri dünyevi kanunlarla önleyebilir misiniz?
Bu durumda, insanlarda “Öbür dünya diye bir şey yoktur, bütün hayat bu dünyadan ibarettir” düşüncesi yerleşir ve egemen olursa; insanların yapacakları çılgınlıkları, ahlaksızlıkların önlenmesini bırakın tam aksine teşvik edilmiş olunacaktır.
Bu fikirlerin karşısına çok değişik, akılcı görüşlerle çıkılması mümkündür. Benim burada ki amacım şu veya bu şekilde ileri sürülen olumsuz ve yıkıcı fikirlerle çatışmak olmadığı gibi bütün söylediklerimde ben haklıyım iddiasında değilim. Benim ısrarla belirtmek istediğim ve öyle sanıyorum ki sizlerinde çoğunlukla katılacağınız husus, insanın yalnızlaştırılması bir başka değişle, toplumsal yaşamdan soyutlaştırılarak bireyselleştirilmesi çalışmalarının insanları zayıflatacağı ve olumsuz sonuçlar getireceği olmasıdır. Derneklerin, kulüplerin ve benzerin toplulukların varlığı, hatta sosyal yaşamdaki artışlar bizleri kandırmasın. Bütün bu topluluklara rağmen insan yalnızlaştırılmakta, bireyselleştirilmektedir. Bireysellik, yalnızlaşma demektir.
Yalnızlaşma ise her türlü tuzağa düşmeye, kandırılmaya, aldatılmaya hazırlıklı durumda olmak demektir.
11 – Şubat – 2004
Büyük tehlike (uyarı)
Bu durumu da bazı çıkar çevreleri çok güzel istismar ederek, insanları akıl almaz çıkarlarına alet edebilirler ve edebilmektedirler.
Yalnızlaşmanın boyutlarını size yaşanılan iki olayla anlatmak istiyorum.
Hangi ülkeden gelmiş olduğu önemli değil, Avrupa’dan bir psikolog Türkiye’yi ziyarete geliyor ve burada üç-beş ay kadar kalıyor. Bilim adamları girdikleri toplulukları bilimsel olarak da incelediklerinden bu psikolog da Türk toplumunu inceliyor ve bu arada oldukça geniş bir dost çevresi elde ediyor. Nihayet Türkiye’den ayrılma zamanı geliyor. Ayrılma zamanında da bir Türk doktu bu psikologa “Uzun zaman aramızda kaldın. Biz Türkler hakkında ne düşünüyorsun?” diye soruyor. Tabi ki bizim Türk “Siz çok çalışkan, cesur, misafir ever… insanlarsınız” gibi benzeri övgü sözler bekliyor. Psikolog bu soruyu soran kişinin gözlerinin içine bakarak “Türkiye yalnızlar memleketi” diyor. Soruyu soran Türk şaşırınca da ona “Çünkü” diyor “Türk insanı kendi sorunlarını kendisi çözümleme gayreti içinde. Hiç kimse sorununun çözümü için en yakınına bile anlatmıyor veya anlatamıyor. Örneğin, kadın kocasına, kocası karısına, çocukları anne ve babalarına sorunlarını anlatamıyorlar. Herkes sorunlarını kendisi çözümlemeye çalışıyor. Çünkü herkes yalnızlık içinde” diyor.
Bilemiyorum siz bu hususta ne düşünüyorsunuz?
Bir  başka olay da, bir toplantıda sohbet ediyorduk. Ben o toplantıda yukarıda olayı anlattım. O toplulukta buluna bir beyefendi bana “Haklısınız” dedikten sonra başından geçen şu olayı anlattı.
“Üniversitede okuyan bir kızım var. Bir gün işten eve geldiğimde kızım karşıma geçerek bana “Baba, ben çok yalnızlık duygusu içindeyim” dedi. Ona, Kızım sen nasıl yalnız olursun, bak senin baban, annen var, ablan, ağabeyin var. Biz burada bir aileyiz. Sen nasıl yalnız olursun?” dedim. Kızım başını kaldırıp gözlerimin içine bakarak “Baba sen de yalnızsın” dedi ve “Biliyorum senin de bir çok sorunların var, ama sen bu sorunlarını ne annemle, ne de bizimle konuşuyorsun, sende yalnızsın baba” dedi. Kızım haklı idi. Gerçekten benim de içinden çıkamadığım sorunlarım vardır ve ben bu sorunlarımı ailemle bile konuşamıyordum. Bu sefer ben başımı önüme eydim, kızıma söyleyecek bir söz bulamadım  ve yalnızca dudaklarımın arasından “Haklısın kızım sözlerinin çıktığını fark ettim” dedi.
İşte bazı çevrelerce söz konusu ettiğimiz bu yalnızlık duygusunun artması için özel bir gayret sarf edilmektedir. 
Çünkü yalnız olan insan, ne kadar bilgili ve kültürlü olursa olsun, karşılaşabileceği, başına gelebilecek her olay karşısında sağlıklı bir akıl yürütüp, sağlıklı karar veremez. Muhakkak bir yerde duygularına ve hislerine kapılır ve dolayısıyla yanlış kararlar verebilir. İşte bazı çıkar çevrelerinin de faydalandığı, insanların bu yalnızlık içinde yanlış karar verme olasılığının fazla olmasıdır.
Yalnız insanlar alkole, uyuşturucuya, kumara, fuhuşa ve aklınıza gelebilecek diğer suçlara ve hatalara, yanlış hareketlere daha kolaylıkla sürüklenebilirler, alet edilebilirler. İşte insanları birlik halde tutan, onların arasında bağlantı işlevi gören Vatan, millet, ulus duyguları ile gelenek ve görenekler, aile birliği anlayışı, din ve dinsel inançlar bazı çıkar çevreleri tarafından bu yüzden zayıflatılmak, yıpratılmak ve yok edilmek istenmektedir.
Bu durumdan kimler faydalanıp, kimler çıkar sağlar, bunun değerlendirilmesini sizlere bırakıyorum.
Gelin bu gibi tuzaklara düşmeyelim, birleşerek, birlik olarak bu tuzakları bozalım.
Saygılarımla…