- I -
Atom Hücre ve Frekans
Bütün bu ve buna benzer soruların cevabını verebilmek için, öncelikle atom ve hücrenin ortak karakteristik özellikleri nedir? sorusuna cevap vermemiz gerekir.
Bütün bu ve buna benzer soruların cevabını verebilmek için, öncelikle atom ve hücrenin ortak karakteristik özellikleri nedir? sorusuna cevap vermemiz gerekir.
İnsan başta olmak üzere, hücresel yapıdan oluşan bütün
canlıların biyolojik ve fiziksel yapısı olan hücre incelendiği zaman, canlı
varlıkların fonksiyon ve kimyasının da anlaşılmasının temelini oluşturur. Yani
canlıların yapısının kimyasal ve hücresel iki ana yapıdan oluştuğunu görüyoruz.
Hücrenin yapısını da kimyasal yapıdan ayırmak imkansız denecek kadar güçtür.
Çünkü hücre yapısının içinde de kimyasal dediğimiz yapılar bulunmaktadır. Çünkü
hücre zarı, protein, karbonhidrat ve yağ moleküllerinden yapılmış olup, canlıda
devamlı hareket halindedir. Lütfen dikkat edin. Hücreye girip çıkan kimyasal
maddeleri kontrol eder. Hücre zarı neyi nasıl ve niçin kontrol yapmaktadır?
Hücrenin içine hücreye zarar verecek şeylerin girmesini denetleyip kontrol
etmektedir. Bu kontrolün içinde cansız, ölü denilen faydasız nesneler de
dahildir. Atom, cansız, ölü işe yaramayan şeyler ise hücre zarı bunları da
hücrenin içine sokmaz. Demek ki, atom, cansız, ölü bir işe yaramayan bir nesne
değil ki hücre onu kapılarını açıp içeri almaktadır.
Bu durumda şu soruyu soralım. Hücre ile atom arasındaki bu
uyum ve iş birliği nedir?
Bu iş birliğini görebilmemiz ve değerlendirebilmemiz için
atom ve hücrenin iç yapılarını ve bu iç yapılarından kaynaklanan oluşum ve
işlemleri çok iyi bilmemiz gerekir. burada tekrar yazmamıza gerek yok, atomun
ve hücrenin içindeki parçacıkları bir düşününce gözünüzün önüne getirin. Atomun
içindeki parçacıklar da hücrenin içindeki parçacıklarda devamlı hareket halinde bulunmaktadırlar. Hele ölü, cansız
dediğimiz atomun içindeki hareketin hızlılığına ve atomun içindeki enerjiye
akıl erecek gibi değil. Demek ki bu durumda atomun da, hücrenin de ortak
karakteristik özelliği her ikisinin de iç yapısındaki hareketlilik ve bu
hareketlilikten doğan çevrelerine yayınladıkları titreşimsel hareketleri, yani
bir başka deyişle yayınladıkları frekanslarıdır. İşte, atomda, hücre de
çevrelerine yayınladıkları bu frekanslarıyla bir hayatiyet bir canlılık
vermektedirler. İşte vücudumuzdaki canlılık, kuvvet ve enerji vücudumuzdaki
atom ve hücre yapımızın birlikte yayınladıkları bu frekanslardan
kaynaklanmaktadır.
Peki, bu frekansların etkinliği vücudumuzda nasıl azalıyor
veya artıyor? Bu frekansların azalması ve kuvvetlenmesinde etkin olan nedir?
Buna verilecek en kısa ve en güzel cevap, beynimiz yani
düşüncelerimizdir.
Düşüncelerimiz de içinde bulunduğumuz durumlara göre
değişkenlikler gösteren bir durumdur. Bu değişkenlikte moral durumumuzun büyük
etkinliği vardır. peki, insan yaşamında çok büyük etkinliği olan “moral” ne
demektir? Moral denen şey insana ve insan yapısına nalsı etkilemektedir?
Moral, çok kısa ve öz olarak insanın içinde var olan içsel
güçlerini yani manevi inançlarını güçlendirmek demektir. İnsanın bu iç
güçlerini harekete geçirerek o insana cesaret duygusunu kazandırmak demektir.
Halk deyimiyle insanı yüreklendirmek demektir.
Bu nasıl olmaktadır?
İnsanın aklına, beynine hitap ederek onun beynine yani
düşüncelerini etkilemek suretiyle olmaktadır. İnsanlar üzerinde, yapıcı
güzellikler ifade eden etkili sözcükler, davranışların insan üzerinde bıraktığı
olumlu etkiye mola diyoruz. Böylesine yapıcı, olumlu duygular içinde bulunan
insanın beyin yapısı başta olmak üzere kalbi ve diğer organları bu olumlu ve
yapıcılığın etkisi altına girer. Bu etki altında beyin çok daha yapıcı
düşünceler üretir ve bu yapıcı düşünceler de iç organlarımıza, dolayısı ile
beden yapımızı etkiler. Bu durumlarda beynimiz, kalbimiz ve diğer organlarımız
birbirlerine uygun, dengeli frekanslar yayınlar ve bu frekanslar bizde dengeli,
uyumlu davranışlara yöneltir.
Moral bozukluğu denilen durumlarda da bunun tam tersine
beynimize olumsuz sözcükler ve davranışlarla etkileyerek beynimizin olumsuz
düşünmesine neden olur. bu düşüncelerde kalbimiz ve diğer iç organlarımızı
olumsuz etkileyerek, başta beynimiz
olmak üzere kalbimiz ve organlarımız uyumsuz,
dengesiz frekanslar yayınlamaya başlarlar.
Dengesiz ve uyumsuz bu frekanslar da dengemizi bozar ve
bizim dengesiz davranışlarda ve kararlar almamızda etkili olurlar.
Kısacası olumlu ve olumsuz bütün duygu ve düşüncelerimiz,
kendi durumlarına uygun frekanslar yayınlarlar ve bu frekanslar da
hücrelerimize, organlarımıza ve dolayısıyla bütün beden yapımızı etkileyebilir.
Bu etkileme olayında en hızlı ve en kuvvetli şekilde etkileyen inançlarımızdır
ve özellikle iman derecesinde kuvvetli inançlarımızdır.
Birçok orduların veya kişilerin kendinden kat be kat kuvvetli
olan orduları, kişileri yenmelerinin nedeni iman derecesindeki inançlarıdır.
Bizim kurtuluş savaşını kazanmamızda en kuvvetli etken bu iman derecesinde
inancımız olmuştur. Karşı devletler veya kişiler karşısındaki orduları veya
kişileri yenmek için öncelikle onların manevi inançlarını yıkmaya, yok etmeye
çalışır. Karşı tarafın moral yapısını
yani kendisine olan güven duygusuna yıktığınız an onu yenmiş sayılırsınız,
çünkü en ufak bir darbede yıkılır gider.
İnsanlara ve toplumlara çok çabuk etkileyen ve çok çabuk
kuvvet, enerji haline dönüşen inançlar vardır. bu inançlar din ve Allah inancı,
vatan, milliyetçilik inancı gibi benzeri inançlardır. Allah inancı genetik
yapımız içindeki şifreler içinde var olduğundan, Allah uğrunda yapılan dua ve
ibadetlerde genetik yapımız içindeki şifreler içinde var olduğundan, Allah
uğrunda yapılan dua ve ibadetlerde genetik yapımız içindeki bu duadan her
şeyden daha çabuk etkilenir.
Hücrelerimiz içindeki genetik yapımızla, atomlarımız
içindeki kuantum yapımız birbirleriyle eşdeğer işlevler gördüğünden Allah
inancıyla yapılan dua ve ibadetlerden her ikisi de aynı oranda etkilenmektedir.
Dua ve ibadetlerden sonra insan vücudu çok daha huzur denilen duygu içinde
olur. çünkü yapımızı oluşturan genetik yapımızla kuantum yapımız aynı
frekanslar içinde bulunurlar. Dikkat ederseniz bir insan hiçbir çıkar ve
karşılık beklemeden başkalarına yaptığı
iyilikler karşısında da aynı huzuru duyar. Çünkü vücudumuzu oluşturan genetik
ve kuantum yapımız iyilik, güzellik, doğruluğa göre şifrelenmiştir. Din ve
Allah inancıyla olsun veya olmasın bir insan birilerine özellikle hiç
tanımadığı bilmediği insanlara hiç karşılıkla, çıkar beklemeden bir iyilik, güzellik ve doğru bir
hareket yaptığı zaman içinde tarifi imkansız bir rahatlama ve huzur duygusu
duyar. Aksine bir kötülük yaptığı zaman da yine anlamını bilmediği bir
rahatsızlık ve huzursuzluk duyar. Gerçi bu duygular içinde yaşadığımız bu çağda
oldukça değişime uğramış görüntüsü vermektedir. Bunun nedenleri de apayrı bir
yazı konusu ama çok özet olarak da değinmeden geçemeyeceğim.
İnsanlarda olumsuz yöndeki bu değişimin başlıca genel
anlamda iki nedeni bulunmaktadır. birincisi biyolojik bozulma, tabiattan elde
edilen doğal beslenme ile değil, üretilmiş gıdalar, vücut yapımızdaki hücresel
yapımızı genetik yapımıza kadar bozmaktadır. Biyolojik bozulmanın bir başka
etkisi de, yediklerimizin helal mal ve helal kazançla elde edilmiş olmaması.
Çünkü haram malda ve haram kazançta, madur durumda kalan kişilerin olumsuz
düşüncelerle yayınladıkları olumsuz frekanslar doğal frekansları bozmaktadır.
Bu durumda vücut yapımızda bir takım dengesizliklere, uyumsuzluklara neden
olmaktadır.
İkincisi psikolojik bozulma. Düşüncelerimizi, iyilikten,
güzellikten ve doğruluk alanından saptırarak olumsuz düşünceler içine girmemiz
hatta bu olumsuz düşünceleri benimsememiz, onları yaşamımızın gereği haline
getirmemizi ısrarla ve defalarca düşüncelerimizle yayınladığımız frekansla
beden yapımıza, hücrelerimize hatta genetik ve kuantum yapımıza gelinceye dek
etkilediğimizi belirtmiştik. İşte benimsediğimiz bu olumsuz düşünceler öylesine
egemen olmaktadır ki, bizde önceki iyi, güzel, doğru düşüncelerimize üstün
gelerek olumsuz etkinliğiyle egemen olmaktadır. Bu egemenlikte gördüğünüz gibi
yaşamımıza etkilediği gibi beden yapımızı da etkilemektedir.
Cinsel sapıklıkların, homoseksüelliğin artışının bir
nedenini de bu durumlarda aramalıyız. Bu durum, düşüncelerin etkilemesi ve
etkilenmesine en güzel örnektir.
Şimdi bizim bu açıklamalarımızı bazı çevreler bilimsel
bulmayabilir ve bu açıklamalara bilimsel bulmadıkları için karşı çıkabilirler.
Bu gibi kişilere, daha bilimsel deneylerle elde edilmiş bazı sonuçları
bilgilerine sunalım.
Vereceğim bilimsel deneyler, daha önce söz ettiğim
“Bitkilerin gizli yaşamı” kitaptan olacaktır.
Biliyorsunuz, tarım alanında ve ağaçlandırma işlemlerinde
aşılama denilen bir uygulama bulunmaktadır. ağaçlarda yapılan aşılama
uygulaması sonucunda yapılan bir bilimsel araştırmada, aşılamak için bir
ağaçtan alınan küçük dal parçasına “çelik” denilir. Çelik parçasının alındığı
ağaca “Ana” ağaç, çeliğin aşılandığı ağaca da “yavru” ağaç diyelim. Elektronik
aletlerle yapılan bir incelemede aşılama işleminin yapıldığı andan itibaren,
ana ağaçtan yavru ağaca doğru bir biyomanyetik dalga akımının oluştuğu
görülmüştür. Yani aşı alınan ağaçla aşılanan ağaç arasında manyetik bir
bağlantı, bir iletişim olgusunun oluştuğu saptanmıştır.
Fransız bilim adamları, bu aşılanma olayında aşı veren ana
ağaçla aşılanan yavru ağaç arasındaki bu biyomanyetik iletişim olayının
uzaklığının ne olabileceğini merak ediyorlar ve sonunda bunu deniyorlar. Siz de
hafızanızı bir yoklayın, aşı veren ağaçla aşılanan ağaç arasındaki bu
biyomanyetik bağlantının, iletişimin uzaklığı ne olabilir? düşünebiliyor musunuz?
Fransa topraklarında bulunan bir ağaçtan aşı yapmak için bir
aşı çubuğu alınıyor ve bu çubuk Güney Amerika’da aynı cins bir ağaca aşı
yapılıyor. Ve bu iki ağaç arasında bir biyomanyetik bağlantının, iletişimin
kurulduğunu hayretler içinde tespit ediyorlar.
İşte aşılanan ağaçlar arasında oluşan bağlantı ve iletişim
olayı, insanlar arasında da özellikle genetik bağları bulunan insanlar arasında
da bu bağlantı ve iletişim olayı olmaktadır. Anlattığımız olayda özbaba ile
çocuk arasındaki olumlu çocukla üvey baba arasındaki olumsuz bağlantı ve
iletişimin nedeni genler arasındaki bağlantı ve iletişimdir. Genler arası bu
bağlantı ve iletişim olayı normal koşullardan çok, olağanüstü olaylarda meydana
gelmektedir. Örneğin, bir anne, kendisinden çok uzaktaki çocuğunun başına gelen
çok iyi veya çok kötü bir olayı algılayabilmektedir. Belirttiğimiz gibi bu
normal koşullarda değil olağan üstü olaylarda olmaktadır. Ve her zamanda
muhakkak olacaktır şartı da söz konusu
değildir. Bu genellikle karşılıklı düşünüldüğünde telepatik algılama gibi
oluşan bir olaydır. Çünkü olağanüstü olaylarda genetik yapılardan olağanüstü
güçlü frekanslar yayınlanır.
Şimdi bu oluşumu yeni genler arası genetik bağlantısı,
iletişimi ve etkileşimi daha genelleştirerek açıklamak istersek. Evrende bitki
olsun, hayvan ve insan olsun, hem cinsleri arasında genetik bağlantıları
nedeniyle, aralarında bir bağlantı, iletişim ve etkileşim içinde
bulunmaktadırlar. Dünyamızda da genetik yapısı olmayan bir varlık olmadığına
göre aralarında bağlantı, iletişim ve etkileşim olmayan varlık da yok demektir.
Yani gen yapısına sahip bütün varlıklar arasında, kendi hem cinsleri arasında,
bir bağlantı, iletişim ve etkileşim bulunmaktadır.
Peki bu genetik yapıların
toplamı nereye bağlıdır, nereyle iletişim ve etkileşim içindedir?
Genetik yapılar, genetik yapıları oluşturan bir güce
bağlıdır.
Bu güçte Allah’tır. Bunun böyle olduğunu da Kur’an’daki şu
ayetlerle biliyor ve kabul ediyoruz.
·
“Kur’an, tabiat kanunları için Allah’ın ilahi
kanunlarıdır diyor”.
·
“Düşünen bir toplum için, bu bitkilerde elbette
alınacak dersler vardır”
NAHL Sur. 16/11
·
“Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki
kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki onlar da sizin gibi (Allah’ın) birer ümmeti
olmasınlar…
ENAM Sur. 6/38
Buraya kadar yaptığımız açıklamalarla kur’an ayetleri
arasındaki bağlantıyı siz kurunuz ve kararınızı kendiniz veriniz.
KUANTUM ve MANEVİYAT
Haklı olarak, buraya kadar yazılan, anlatılanların dil ile kuantum ile ilgisi nedir sorusunu sorabilirsiniz. Bu soruya, maddenin bir parçası olan atomun içindeki kuantum parçacıkların dinle maneviyatla ilgisi ve bağlantısı nedir sorusunu aklınıza gelecektir.
Haklı olarak, buraya kadar yazılan, anlatılanların dil ile kuantum ile ilgisi nedir sorusunu sorabilirsiniz. Bu soruya, maddenin bir parçası olan atomun içindeki kuantum parçacıkların dinle maneviyatla ilgisi ve bağlantısı nedir sorusunu aklınıza gelecektir.
Haklı olarak bizleri bu düşünceler yönelten, atom ve hücreyi
yalnızca fizik, kimya ve biyolojik yapılarıyla değerlendirmemizden kaynaklanmaktadır.
Bilim, atom ve hücrenin fizik, kimya ve biyolojik yapısının dışında da
özelliklere sahip olduklarını veya olabileceklerini düşünmüyor. Düşünmediği
için de atom ve hücre yapısını bu yönüyle bilimsel olarak incelemiyor. Bugün
için bilimi ilgilendiren atomu hücrenin yalnızca fizik, kimya ve biyolojik
yapılarıdır. Çünkü bu yapıları bilimsel olarak laboratuarlarda incelenebiliyor.
Atom ve hücrenin laboratuar ortamında incelenemeyen yapıları ve özelliklerini
ya görmüyoruz veya görmemezlikten geliyoruz.
Örneğin, hücre yapısının genetik şifresinin çözümlendiğini
AMB devleti başkanı Bill Clinton çok enteresan bir sözle açıkladı. Bu
açıklamayı bilerek bilinçli bir şekilde mi yaptı, yoksa buluşlarının
büyüklüğünü anlatabilmek için bir espri olarak mı söyledi bunu bilemiyorum.
Bill Clinton “Allah’ın dilini öğrendik” dedi. Hücrenin içinde yani o biyolojik
yapı içinde Allah ve Allah’ın dilinin ne ilgisi ve ne bağlantısı vardır?
Bunu anlayabilmemiz için beden yapımıza hayatiyet kazandıran
hücre yamızın birkaç özelliğini bilmemiz gerektiği inancındayım.
Örneğin; öncelikle vücudumuzun hayat kaynağı olan kan
hakkında küçük bir bilgi verelim.
Kan: Soluk sarı renkli bir sıvı olan plazmayla, durduğu
zaman çökerek plazmadan ayrılan al ve akyuvarlar hücrelerden oluşmaktadır. Kan
da bu iki hücrenin birbirlerine oranları belirli olup, bu oranda görülecek
değişiklikler, hastalığa işaret eder. Normalde, 1 milimetre küpte 4,5-5,5
milyon alvuyarla, 4000-10000 akyuvar ve 150000-400000 trombosit vardır.
Trombosit, kanda bulunan, çekirdeksiz, ufak, yuvarlak, renksiz hücrelerdir.
Vücudumuzdaki milyarlarca kırmızı kan hücrelerinden yalnızca
1 hücre tanesinde, tam 280 milyon hemoglobin molekülü bulunur. homeglobin,
kırmızı kan hücrelerinin yapısının yaklaşık üçte biri, hemoglobin adlı bir
pigmenttir (renk maddesidir).
Bilimsel olarak bir insan vücudunun yaklaşık 100 trilyon
hücreden oluştuğu kabul edilmektedir. Vücudumuzda 200 den biraz fazla değişik
yapısı bulunmaktadır. bunlar organlarımızı oluşturan hücrelerdir. Örneğin
kalpteki hücre ile karaciğer, akciğer, böbrek gibi diğer organlarımızı
oluşturan hücreler birbirinden farklıdır. Her organı oluşturan hücrede o
organdaki görevini ve işlevini çok iyi bilmekte ve en iyi bir şekilde
yapmaktadır. Her hücre grubu görevini en iyi şekilde yapması için özsel olarak
düzenlenmiş durumdadır.
Bir hücre yapısının içinde sitoplazma, protoplazma gibi ana
maddelerin dışında RNA, DNA denilen moleküler yapı bulunmaktadır. DNA molekül
zincirinin bir bölümünü de gen denilen genetik yapı oluşturmaktadır. Bu genetik
yapı hangi insanın yapısında bulunuyorsa o insana ait 30 bin şifre taşıdığı son
bilimsel araştırmalarla ortaya konmuştur.
Lütfen, şimdi biraz düşünün ve gözünüzün önüne getirin.
Elektromiskopla bile zor görülebilen bir hücre. Bu hücrenin içinde DNA ve
DNA’nın da içinde bulunan bir genetik yapı ve bu genetik yapı içinde insanla
ilgili 30 bin ve belki de daha fazla şifre bulunmaktadır. bu şifreler saç ve
göz rengimizden tutun da biyolojik yapımızın yanında yakalanma ihtimalimiz olan
bütün hastalıkların şifreleri bulunmaktadır. bu oluşuma akıl erdirebiliyor
musunuz?
Hücre yapımızın içinde bilimsel olarak tespit edilen DNA ve
genetik şifrelerimizden başka, şifreler de bulunmaktadır. bu şifrelere ister manevi, isterseniz psikolojik
şifreler deyin. Adına ne derseniz deyin, yalnızca bilinen ve saptanabilen
şifreler dışında bugüne dek saptanamayan ve henüz bilimsel olarak ele alınmayan
hücre yapımızın manevi ve psikolojik özeliklere de sahip bulunmaktadır. bunlar
bilimsel olarak hücre yapımız üzerinde tespit edilebilir mi? bunu bilemiyorum.
Yalnız hücre yapımızın manevi veya psikolojik yapısı dediğimiz yapıyı bilimsel
aparatlarla değil, dışa vurumlarla görebiliyor ve saptayabiliyoruz.
Örneğin, sevinç, korku, üzüntü, utanma, cinsel duygu gibi
birçok psikolojik durumumuzun bedensel yapımız üzerindeki etkileşimlerini
gözlerimizle görebiliyoruz.
Peki hücrelerimiz bu psikolojik duygularımızı veya
düşüncelerimizi nasıl almakta, nasıl etkilenmekte ve bunlara nasıl cevap
vermektedir? Hücre yapımızın değişik duygulara eşdeğer tepkimeler veya eşdeğer
karşılıklar verdiğini görüyoruz. Hücreler bu değişik duygusal algılamaların
değerlendirmesini nasıl yapıyor ve her duygusal algılamaya eşdeğer tepkiyi
hangi algılama veya hangi akılla cevap veriyor?
Hücrelerin içinde, bilimsel olarak saptanan genetik yapı
içindeki şifrelerin dışında manevi veya psikolojik diyebileceğimiz şifrelerin
de bulunduğunu söyledik. Peki bu şifreler nasıl etkilenmekte ve bu etkileşim
nasıl cevap vermektedir?
Lütfen dikkat edin. Sevinme, korkma, üzülme gibi psikolojik
duygular içine girdiğimiz zaman beden yapımızda meydana gelen değişimlere
dikkat edin. Bu değişimler nerede ve nasıl olmaktadır? Diyelim ki, sevinme
üzülme gibi psikolojik bir duygu içine girdik ve duyguları kalbimiz veya
beynimiz algılayarak vücudumuzu oluşturan hücre yapımıza gönderdi. Gönderilen
bu duygular, içtiğimiz su gibi, bedenimizi dolaşan kan gibi bir şey değil ki
hücrelerimize gönderilebilsin. Bunlar fiziksel, kimyasal veya biyolojik yapıya
sahip şeyler değil ki fark edilip algılanabilsin. Öyle ise bu psikolojik
durumlar nasıl algılanıyor? Örneğin, bir cinsel ilişki düşündüğümüz zaman neden
vücudumuzdaki başka organlar değil de, yalnızca cinsel ilişki ile ilgili
organlardaki hücreler bu düşünceleri veya duygusal durumu algılayarak
etkileniyor?
Vücudumuzu oluşturan organlarımızda her organın hücresel
yapısının o organda göreceği göreve ve işlevine göre oluşmuş olduğunu
belirtmiştik. İşte her organımız kendi işlevine özgü sinyalleri aldığında kendi
işlevini yerine getirmek için harekete geçmektedir. Her sözün ve her
düşüncenin, duygunun kendine özgü bir frekansı vardır. içinde bulunduğumuz
psikolojik durumlarımızı yansıtan, psikolojik durumlarımıza göre değişik
frekanslara sahip olan frekanslardır. Psikoloji durumlarımıza ait bu
frekanslarımızı önce beynimiz alır ve beynimiz bunları vücudumuzun iç yapımıza
yansıtır. Yansıtılan bu frekansları vücudumuzu oluşturan organlarımız ve bu
organlarımızı oluşturan hücrelerimiz tarafından algılanır.
Hücrelerimiz algıladıkları bu frekanslara karşılık eşdeğer
bir frekans yayınlayarak cevap verir. Yani her organımız ve her hücre yapımız
kendisi ile ilgili frekansları algılar ve onları değerlendirir ve ona karşılık
verir. Kendisini ilgilendirmeyen başka frekansları, yani başka duygusal ve
psikolojik durumları algılamaz, onlara cevap vermez. Demek ki her organın hücre
yapısı öyle özel bir yapıya sahip bulunmaktadır ki, yalnızca kendisini
ilgilendiren frekansları veya sinyalleri algılar ve bu algılama durumuna göre
de işlemini yapar. organlarımız ve o organlara özgü olan hücrelerimiz
kendilerini ilgilendiren, kendilerine özgü frekansları algıladıktan sonra
onları DNA veya genetik yapımızla veya hücre yapısıyla çevresine frekans
şeklinde yayınlar. İşte genetik yapımızın manevi ve psikolojik özelliklere
sahip olması durumu bu durumdur. Genetik yapımız, hücrelerimiz bunları yayınlar
fakat bu alanda yeterince bilimsel çalışma ve araştırma olmadığı için
hücrelerimiz tarafından yayınlanan bu frekansların ya farkında değiliz veya
farkında olsak bu frekansların ne ifade ettiğini bilmiyoruz. Bu frekansları,
körlerin veya telgraf haberleşmesinde kullanılan mors alfabesine de
benzetebiliriz. Bu alfabeler nasıl bir takım işaretlerden oluşuyorsa ve ancak o
işaretlerin anlamlarını bilen ancak o alfabeyi okuyabiliyorsa, hücrelerimiz
tarafından yayınlanan frekansların şifresini çözebilenler ancak o frekansları
okuyabilenlerdir.
Dua ve ibaret gibi içinde bulunduğumuz manevi duygularımızı
ilgili organlarımızın hücrelerin algılamakta ve bunları yayınlamaktadırlar.
İçtenlikle yaptığımız dualar, öncelikle kalp ve beyin hücrelerimiz tarafından
algılanmakta, değerlendirilmekte ve yayınlanmaktadır. Dua ve ibadetlerden sonra
beden yapımızda duyduğumuz huzur, rahatlık duygusu dualarımızın hücrelerimiz
tarafından algılandığına ve değerlendirildiğine bir işarettir.
Dua ve ibadetlerimizden sonra bir rahatlık ve huzur
duymuyorsanız bu dua ve ibadetlerinizin en başta kalp ve beyin hücreleriniz
tarafından algılanmamış demektir.
Bir başka deyişle, genetik yapımız içinde 30 bin materyalist
diyebileceğimiz şifre varsa onun karşıtı olarak 30 bin tane de manevi
diyebileceğimiz şifre bulunmaktadır. nasıl madde ve madde karşıtı varsa, hücre
yapımızda da ne kadar maddemsi olgu varsa o kadar da manevi olgu olduğu
düşüncesindeyiz.
Eğer yaşamımızda gerçek bilime ulaşmak istiyorsak maddesel
bilimi kabul ettiğimiz gibi madde dışı denilen varlıklarında varlığını bilimsel
olarak kabul etmeliyiz. Yani bilimi yalnızca maddesel varlığı ve görünümü ile
değil, madde dışı dediğimiz varlıkların da varlığını kabul etmeliyiz ve
bunların ikisini birlikte değerlendirmeliyiz. Biz, yani insanlık ancak o zaman
gerçek bilime ulaşabiliriz.
Peki, hücre ve hücre içi varlıkların görev ve işlevlerini az
çok açıklamaya çalıştık, peki atom denilen varlık nedir? atomun hücreden bir
farkı var mıdır? Atom da aynı görev ve işlevlere sahip değil mi?
Daha önceki bölümlerde, “Maddenin hücreleri atomlar,
canlıların atomları da genetik yapısıdır” diyebiliriz. Yani atomla hücre
arasında işlev bakımından nasıl bir fark yok her ikisi de özde birse, kuantumla
genetik yapılarında işlev bakımından aralarında bir fark yoktur. Yani kuantum
ile genetik yapı veya sistem her ikisi de özde birdir.
Bugünkü bilim atomu cansız, hücreyi canlı olarak
tanımlamakta ve kabul etmektedir. Acaba doğru mu? Evet bugünkü bilime göre
doğru ama bilimin bilgisini biraz daha derinleştirirsek, atomun özüne inersek,
orada hücreden pek farklı bir şey göremiyoruz. Bir şey düşünün onun içinde akıl
almaz bir enerji akıl almaz bir hareketlilik bulunsun, siz buna cansız
diyebilir misiniz? Her canlının kendine özgü bir canlılık ifadesi varsa
atomunda kendine özgü canlılık ifadesi bu olamaz mı?
Dünyamızda veya evrende öyle ortamlar var ki, bizim bilimsel
anlayışımıza ve kabulümüze göre burada canlı yaşamaz diyoruz, canlının
yaşamasına uygun değil diyoruz. Fakat bir de bakılıyor ki canlı yaşamaz denilen ortamda o ortama uygun kendine özgü
bir takım canlıların varlığı ortaya çıkıyor.
İnanın, atomun iç yapısıyla hücrenin iç yapısı arasında hiç
olmazsa işlev bakımından bir fark bulunmamaktadır. İkisi de kendi bünyelerinde
kendi yapılarına uygun işlevler görmektedir.
Biz, daha doğrusu bilim hücreyi canlı atomu sansız kabul
ediyor değil mi?
Öyle ise gelin, bazı çevrelere fantezi gibi gelecek ama,
şöyle bir mantık yürütelim. Atom cansız
yani ölü bir varlık. Bu durumda kendimize ve bilime şu soruları soralım ve
cevabını arayalım.
Ölü yani cansız dediğimiz bir varlık hiçbir işe yaramaz bir
varlıktır değil mi? o zaman ölü, cansız hiçbir işe yaramayan bu atomların insan
vücudunda ne işi var? Ölü, cansız dediğimiz bu atomların vücudumuzda yokluğu
veya eksikliği nasıl oluyor da hastalıklara neden oluyor? Ölü, cansız bu
varlıklar nasıl oluyordu vücudumuzda kuvvet, sağlık, canlılık kaynağı oluyor?
Vücudumuzda demir, çinko gibi madeni eksikliklerden meydana gelen hastalıkları
gidermek için vücudumuza demir, çinko veren gıdaları veya ilaçları alarak
hastalığımızı tedavi ediyoruz. Ölü, cansız atomlar, bu hastalıkları nasıl
tedavi ediyor? Vücudumuz öyle bir çalışma sistemine sahip ki, hücre sistemimiz,
vücudumuzu içinde ölmüş, işe yaramaz hale gelmiş hücreleri ve benzerlerini
derhal vücudumuzdan dışarı atmaktadır. Bu sistemle çalışan vücudumuz ölü,
cansız atomları ne yapsın, onları derhal bünyesinden dışarı atmaz mı? atom ve
hücreler nasıl bir uyum ve anlaşma içindeler ki birbirlerine yardımcı oluyorlar
ve birlikte vücudumuzun sağlığını koruyorlar? Bu ve buna benzer daha birçok
sorular sorabiliriz. Bizim amacımıza bu kadar soru yeter diyerek bu soruların
cevabını birlikte arayalım.
Yazının başlığı okunur okunmaz bazı kişilerin, “hoppala
kuantum fiziğinin din ile ne ilgisi var, bu kadar da olmaz artık” dediğini
duyar gibi oluyorum. Bunu bu şekilde söyleyenler de, düşünenler de haklıdırlar,
çünkü din ve din anlayışı biz insanlara belli kurallar ve belli kalıplar içinde
anlatıldı ve öğretildi. Yani, öğretilen kuralları uygularsan dindarsın,
uygulamazsan dindar değilsin gibi bir anlayışın ve mantığın etkisi ile
yetiştik. Dinin, belli şekillerin ve belli kalıpların uygulanması olmadığını
çok geç öğrendik. Bu öğrendik sözcüğünü belirli k işiler açısından söylüyorum,
yoksa bunu halâ öğrenememiş büyük bir çoğunluk bulunmaktadır.
Din nedir; sorusunu soralım ve bunun cevabını bilimsel
verilerde hep birlikte araştıralım.
Din; adına Allah dediğimiz bir yaratıcının ve bu
yarattıklarını yöneten bir gücün varlığına inanmaktadır.
Peki, varlığına inandığımız bu yaratıcı ve yönetici gücün
varlığını nerede ve nasıl göreceğiz?
Öncelikle Allah’ın yaratıcı ve yönetici varlığına bakalım.
Allah’ın varlığını görebilmemiz için, adına “doğa” dediğimiz doğa varlığının
var oluşunu sağlayan, oluşturan varlıkların var oluş ve işleyiş sistemlerini
bilimsel olarak incelemeye çalışalım. İncelemenin özüne inmesek bile hiç
olmazsa yüzeysel olarak fakat akılcılıkla bakmaya çalışalım.
Doğa varlığının işleyiş sisteminin öz yapısına inebilmemiz
için, o varlıkların en alt birimine inmeliyiz. Doğa varlıklarının en alt birimi
“Atom ve Hücre”dir.
Doğadaki varlıkları oluşturan en alt birim olan atom ve
hücre, insan denen varlığın yapısının da en alt birimini oluşturmaktadır.
Dolayısıyla doğayı olsun, insanı olsun tanımak ve anlayabilmek için öncelikle
onların oluşumunu oluşturan atom ve hücre yapısını çok iyi bilmemiz gerekir.
atom ve hücre yapısının işlevini bilmeyen bir insanın, ne doğayı ne insanı ve
ne de Allah’ı bilmesi ve anlaması mümkün değildir.
Gelin, çok basit ve anlayacağımız bir şekilde maddelerin ve
varlıkların temel taşlarından biri olan atom varlığını yüzeysel de olsa
anlayabileceğimiz bir şekilde öğrenmeye ve anlamaya çalışalım.
ATOM:
Atomun, varlığını ve maddenin en küçük parçası olduğunu sanıyorum. Atomun varlığı eski Yunan medeniyetlerinde M.Ö.’den beri bilinmektedir. Yakın bir tarih diyebileceğimiz zamana kadar okullarda kimya dersinde, “maddenin en küçük parçası atomdur” – “atom, maddenin parçalanamayan en küçük parçasıdır” diye öğretilirdi. Laboratuarlarda elektro mikroskopla atom yapısının iç varlıkları görünüp incelenmeye başlandıktan sonra, atom hakkındaki bütün bilinenler değişime uğradı. Önceleri bütün maddelerde ortak bir atom varlığı kabul edilirken, atomun elektro mikroskoplarla incelenmeye başlandıktan sonra, atom hakkındaki bütün bilinenler değişime uğradı. Önceleri bütün maddelerde ortak bir atom varlığı kabul edilirken, atomun elektro mikroskoplarla incelenmeye başlanmasıyla, daha doğrusu atomun iç yapısına girildiğinde, her maddenin kendine özgü atom yapısına sahip olduğu görüldü. Atomun içinde bir çekirdek denilen parça ve bu çekirdek denilen parçanın etrafında dönen nötron ve elektronlar. İşin en enteresan ve orijinal tarafı her maddenin, atomun içindeki nötron ve elektron sayısının değişik olmasıdır. Her atomdaki elektron sayısının değişik olması, o atomun nitelik ve özelliklerinin değişik olmasını ifade etmektedir.
Atomun, varlığını ve maddenin en küçük parçası olduğunu sanıyorum. Atomun varlığı eski Yunan medeniyetlerinde M.Ö.’den beri bilinmektedir. Yakın bir tarih diyebileceğimiz zamana kadar okullarda kimya dersinde, “maddenin en küçük parçası atomdur” – “atom, maddenin parçalanamayan en küçük parçasıdır” diye öğretilirdi. Laboratuarlarda elektro mikroskopla atom yapısının iç varlıkları görünüp incelenmeye başlandıktan sonra, atom hakkındaki bütün bilinenler değişime uğradı. Önceleri bütün maddelerde ortak bir atom varlığı kabul edilirken, atomun elektro mikroskoplarla incelenmeye başlandıktan sonra, atom hakkındaki bütün bilinenler değişime uğradı. Önceleri bütün maddelerde ortak bir atom varlığı kabul edilirken, atomun elektro mikroskoplarla incelenmeye başlanmasıyla, daha doğrusu atomun iç yapısına girildiğinde, her maddenin kendine özgü atom yapısına sahip olduğu görüldü. Atomun içinde bir çekirdek denilen parça ve bu çekirdek denilen parçanın etrafında dönen nötron ve elektronlar. İşin en enteresan ve orijinal tarafı her maddenin, atomun içindeki nötron ve elektron sayısının değişik olmasıdır. Her atomdaki elektron sayısının değişik olması, o atomun nitelik ve özelliklerinin değişik olmasını ifade etmektedir.
Atomun yapısı içinde en küçük parçacığın çekirdek ve
elektronlar olduğu sanılırken, çekirdeğin de içinde küçük parçacıklar olduğu
tespit edildi. Çekirdek içindeki bu küçük parçacıkların önce üç parça olduğu ve
bu parçacıklara Quantu-Kuantum denildi. Fakat son bilimsel araştırmalar bu
kuantum parçacıklarının sayısı üzerinde yeni buluşlar ortaya çıktı. Bu sayı
önce beş, daha sonra altıya çıktı. Bu sayı daha artacak mıdır, bugün içinkesin
olarak bilinmiyor.
Peki, bütün bunlar atom yapısında neyi veya neleri ifade
etmektedir?
Bunu açıklayabilmek için öncelikle atom çekirdeğinin ne
olduğunu bilmemiz gerekir. atom çekirdeği kendine özgü bir çekim kuvvetine
sahip bulunmaktadır ve bu çekim kuvveti sayesinde çevresinde elektronlar,
proton ve nötronlar dolaşmaktadır. Bütün bunlar, atom çekirdeğinde çok büyük
bir elektriksel güç, elektriksel enerji oluşturmaktadır.
Bir atom çekirdeğinin parçalanması sonucu çok büyük bir
enerji ortaya çıkmaktadır. Atom bombası denilen enerji de işte bu çekirdeğinin
parçalanması sonucu ortaya çıkan bir enerjidir. Atomun parçalanmasından elde
edilen enerjiyle çalışan bir atom denizatlısı yapıldı. Bu atom deniz altısı
bütün dünyayı deniz altından dolaşıp geldi. Bunun için ne kadar yakıt
kullanıldı biliyor musunuz? Portakal büyüklüğünde bir uranyum kullanıldı. Bu,
binlerce atom petrole yakın enerji demektir. Bununla bir atom tanesindeki
enerjinin gücünü düşünebiliyor musunuz?
Bu açıklamalarla şu hususu belirtmek istiyorum. Bilimsel
verilere göre bir insanın beden yapısı 60 ile 100 trilyon hücreden
oluşmaktadır. Bir hücrenin içinde kaç atom bulunmaktadır, bu da kesin ve sabit
bir sayı ile açıklanabilmiş değildir.
Şimdi de bir tek atom parçasının yapısını ve özelliklerini,
yine yüzeysel olarak açıklamaya çalışalım.
Bütün atomlar kendi yapılarına ve özelliklerine özgü
çevrelerine ışın, vibrasyon, titreşim, manyetik dalga, elektronik dalga gibi
benzer yayınlar yaparlar. Bu durumu fizikçi Nick Herbert şöyle açıklamaktadır:
“Dünya, sadece yüzeysel baktığımız zaman madde görüntüsü veren, aslında
durmaksızın akın bir dalga çorbasıdır”. “Olanlarla olacakları bizler gözlem
aletlerimizle belirlemekteyiz” diyen Bohr’a, John Wiheler “Bizler sadece
gözlemce değiliz, olanları anlatma hakkımız olduğu gibi, oluşturan da yine
bizleriz” diyerek, Bohr’un bu görüşlerine katılmaktadır.
Bilimsel olarak yapılan bu gözlemler nelerdir ve bu
oluşumları da oluşturan yine bizleriz demekle ne denmek istenmektedir?
Bir atom taneciği proton, nötron, elektron ve çekirdekten
oluşmaktadır. Fakat çekirdeğin içinde de kuantum denilen parçacıkların
bulunduğu da son bilimsel araştırmalarla ortaya çıkarılmıştır. Bu kuantum
parçacıklarının sayıları ne olursa olsun, üçlü gruplar halinde bulundukları
saptanmıştır. Bunlara da kuark grubu denilmektedir.
Şimdi atom üzerinde yapılan araştırmalara, çok eskilere
gitmeden, yakın tarihlerdeki bilimsel açıklamalar şöyle bir bakalım:
1831 – Michael Faraday: Mıknatısın etrafında hatlar meydana
getiren görünmez manyetik kuvvetlerin var olduğu hipotezini ortaya attı.
1861 – James Maxwel : Elektro manyetizma kanunlarını formüle
etti. Buna göre ışık, elektromanyetik bir dalgaydı.
1900 – Philippe Lenard: Elektronun foto-elektrik olayında
rolünü ortaya koydu.
1905 – Albert Einstein : “Quantifiye olmuş ışıklı enerji
modelini” teklif etti.
Foton : Bu, kara madde içinde ve foto-elektrik olayında,
enerji değişimlerinin quantifikasyonunu izah etmeye izin verdi. Bir ışık
dalgasının (huzmesinin, demetinin) enerji “uniform” (tek biçimli) olarak
dağılmaz ve fakat “ışık tanecikleri” içinde yoğunlaşmış (konsantre olmuş)
vaziyette dağılır ki bunlara foton denir. fotonlar, “belirlenmiş bir miktar
enerji” taşırlar. Bir Foton’un enerjisi, dalga boyuna (uzunluğuna) bağlıdır.
Bundan sonraki açıklamalarımızda sık sık geçeceğinden bu iki
terimin tanımını açıklamakta fayda var.
Foto: Işık
Foton: Işık veren, ışık tanecikleri taşıyan parçacıklar
Fotoelektrik: Işığın etkisiyle elektrik üretme-ışık
ışımılarının etkisiyle oluşan her türlü elektrik olayı
Kuantum: Enerji paketçikleri, ışık enerjisinin dalga paketleri halinde aktarılması
1923 – Arthur H. Compton: X ışınlarının uzunluğunun, hafif
atomlar tarafından yayıldıklarında arttığını belirledi. Bu, X ışınları cismin
tabiatlarını (özelliklerini) ortaya koydu.
Yani, atomlardan ve hücrelerden, aslında hücrelerden
sandığımız X ışınları da, o hücrenin içindeki atomdan yayınlanan ışın veya
ışınlardır. Bu ışınlar, yayınlandığı atomun veya hücrenin bazı yetenek ve
özelliklerini yansıtmaktadır. İler7ide yapacağımız açıklamalarda bu husus
lütfen hatırlayınız.
1926 – Eryin Schroedinger: Atomlardan yayınlanan dalgaların
işlevinin zaman içnide tekamülünü (gelimşimini-olgunlaşmasını) tanımladı.
1926 – Max Born: Atom dalgalarının işlevlerine bir izah
(açıklama) getirdi.
Bir mekânda bu dalgaların varlığı orada bir parçacığın
varlığının ihtimalini (olasılığını) temsil eder.
Bir başka deyişle, bir maddeden, atomdan yayınlanan
dalgalar, o maddenin varlığının kanıtı olmaktadır. Yer altındaki madenlerin
bulunması; madenlerin yayınladıkları kendilerine özgü dalgaların aparatlarla
algılanması ve değerlendirilmesi sayesinde olmaktadır. Çünkü her maden ya da
madde kendi atom yapısına göre ve kendine özgü bir dalga, yani frekans
yayınlamaktadır. Yayınlanan bu dalgalar, frekanslar değerlendirilerek,
görünmediği halde yer altında hangi madenin bulunduğu tespit edilebilmektedir.
1927 – Clinton Davisson ve Lester Germer: Elektronların
dalgalar gibi davrandığını (etkin olduğunu) iddia ettiler.
Aynı zamanda bu dalgalar, kendilerini oluşturan
elektronların davranışlarının da kanıtı olmuyor mu?
1929 – Estermann ve Otto Sterin: Ağır moleküllerinde
dalgalar gibi davrandığını, etkin olduğunu ortaya koydular.
Fizik biliminde fizikçiler arasında, ışığın parçacık mı,
dalgacık mı olduğu hususu uzun süre tartışılmıştır.
Örneğin Newton’a göre, ışık parçacık akımıdır, bazı
fizikçilere göre ise ışık tamamen dalgacıktıor.
Einstein ise, ışığın hem dalgacık hem de parçacık
karakterinde olduğunu ortaya koymuştur. Doğrusu da budur. Çünkü ışık bu iki
özelliğe de sahip bulunmaktadır. bunu iler7ide yapacağımız açıklamalarda sizler
de göreceksiniz.
Max Planck: Atom çekirdeğinin içindeki parçacıklara
Quant-Kuant kavramını ilk kullanan kişi olmuştur.
Einstein ise kuant kavramını Foton kavramı ile eşdeğer
olarak kullanmıştır. Çünkü Einstein’a göre Foton: ışık veren ve ışık
taneciklerini taşıyan parçacık olarak tanımlanmaktadır.
Foton için “optik Quant” kavramı da kullanılır. Çünkü
fotonlar aynı zamanda elektro manyetik kuvvetlerin etkileşim partikülleri
olarak kabul edilmektedir.
Parçacık (partikül) Teorisi ve Dalga teorisi; ışık
parçacıklarından meydana gelir, ancak bazı açılardan da dalga gibi davranır.
Evren üzerinde var olan bütün varlıklardaki görünen enerji
ve maddi olan ne varsa kuantlardan oluşmuştur, kuantlardan meydana gelmiştir.
Bir fotonun taşıdığı enerji değişebilir.
Örneğin kırmızı ışık fotonu, yeşil ışık fotonundan daha az
enerji taşır. Bbir fotonun taşıdığı enerji miktarını bilirsek, enerji tipini
belirleyebiliriz. Daha fazla enerjisi olan fotonların kütlesi daha büyüktür. Bu manada, daha
ağırdırlar ve bir engele çarptıklarında daha büyük bir basınca sebep olurlar.
Evrendeki bütün dalgalar osilasyonların, yani salınım ve
titreşimler sonucu oluşmaktadır. Bütün dalga hareketleri iki ana yapıya sahip
bulunmaktadır; Frekans ve dalga boyu.
Buraya kadar bütün yazdıklarımızı Albert Einstein’ın görelilik
ve izafiyet teorisi denilen formül ile formüllendirebiliriz.
Enerji = kütle x ışık hızının karesi. (E = mxc2)
Bu formülde : E = Enerji, M = Kütle ve C = ışık hızı’dır.
Einstein’ın bu teorisi, bilim dünyamız ile yaşamımıza neler
kazandırmış ve kazandıracaktır?
Bu teoremle maddi varlıklar yalnızca göründükleri cisimsel
varlıklarıyla ele alınmadı, aynı zamanda o maddelerin iç varlıklarına girildi
ve daha da girilecektir. Madde varlığının iç varlığına giriş, bilim insanını
yalnızca maddelerin “maddi yapısını” değil, ayrıca onun psikolojik veya maddi
yapısından da önemli olan akıl ve ruh varlığı da denilebilen tarafını
incelemeye doğru götürecektir.
Einstein bu teori ile, madde ve enerjinin aslında aynı şey
olduğunu ortaya koymuştur. Yani, maddenin aslında enerjinin bir görüntüsü
olduğunu kanıtlamıştır.
Buna göre; kolaylıkla ışığın bir madde olduğu söylenebilir.
Çünkü madde enerjiye dönüşebilmektedir. Bunun en tipik örneği, Maddedeki atom
yapısının elektrik enerjisine ve atom bombasına dönüşmesidir.
Evrende var olan bütün varlıklar, yani atom ve hücresel
yapıya sahip bütün varlıklar, evrene sürekli olarak yapılarından enerji
yayarlar.
Enerji çok hızlı bir madde veya madde çok yavaş (veya
durağan) bir enerjidir. Aradaki fark “hız”dır. elektrik akımının bir iletici
vasıta ile iletilmesi gibi, canlılığın iletimi içinde genetik birimlerine
ihtiyaç vardır.
Evrende herşey zıddıyla birlikte vardır. bu bilimselliğin
gereği olarak, maddenin de bir karşıtı ya da simetriği mevcuttur. Anti-madde
(karşıt madde-zıt madde).
Madde artı değildir. Sıfırdan daha ağır, uzun, buna mukabil
yavaştır. Enerji ışık hızında devindiğinde, hareket ettiğinden sıfır
değerlidir. Madde, kütlesini bu hızda muhafaza edemez, koruyamaz. Kuantlara
(boyutsuz, ağırlıksız) varlıklara dönüşerek kütlesini yitirir, sıfırlar. Işık
hızına ulaşan bir insanın öz kütlesi sıfır grama iner, boyu da sıfır cm.dir,
yani maddi varlığı ortadan kalkar.
Eğer madde, ışık hızının ötesine ulaşırsa, bu kez eksi
değerden söz edilir. bu değerler bugün elimizde mevcut araçlarla ölçülemez.
Dolayısıyla böyle bir varlık ölçülemez ve görülemez. Örneğin, şuur/bilinç böyle
bir varlıktır, yani uzay-zaman boyutunun dışında beşinci bir boyuttur. Eksi bir
uzay-zaman boyutunda nur (enerji) olarak mevcuttur. Bu eksi parçacıklara “Takyon”
adı verilmektedir. Takyon: Hızlı parçacık demektir.
Enerji maddeye hükmeder, Takyonlar ise şuur-bilinç
enerjisine hükmeder.
Takyonlar aleminden bilinç, şuur aleminde varlıklar, 100.000
km uzunluğunda ve eksi 100.000 kg ağırlığında olabilmektedir. Bunlara latif
varlıklar da denilebilir.
Madde, hareket halinde ışıktan daha hızlı olduğunda, yani,
ışık hızını aştığı zaman kendine yeni bir kütle kazanır. Fakat, bu kütle eksi
bir kütledir. Burada her şey ışıktan daha hızlı bir osilâsyona, titreşime sahip
olduğu için maddi alem tarafından idrak edilemez. Bu alemin diğer ismi “misal
alemi”dir. bu alemde her şey madde aleminin tersine davranır, maddeler yere
düşmez yukarı hareketlenir. Bunlar maddi alemin hakimleridir. Şuurun birleşimi
yani maddi boyutlara hükmeden takyonik boyut olarak karşımıza çıkar. Bu
bağlamda şuur üst mana buutudur.
Şuurun, bilincin oluşum mekanı kuvvetle muhtemel beyindir.
Beynimiz somut bir varlıktır, ama düşüncelerimiz,
duygularımız, rüyalarımız ve benzerleri soyut varlıklardır. Ölçülemezler, elle
tutulamazlar, gözle görülemezler. Ama insanlar yönetirler. İşte bu
düşüncelerimiz ve duygularımız sayesinde bedenimizi terk eder, bilmediğimiz
yerlere gideriz. Sayısız fanteziler üretebilir, hatıralarla baş başa
kalabiliriz. İşte bu noktada bütün varlıkların şuurlu, bilinçli düşüncelerin,
aşk, duygu, sevgi, düşünce, rüya, hayal, zeka, idrak, akıl ve benzerleri maddi
bedenimiz olarak, “değildir” görüşü daha kuvvetli görünmektedir. Oysa, son elli
yılda yapılan incelemelerde kuantların altyapıları incelenmiş ve bir çok “Quant
altı varlığına” ulaşılmıştır.
Yüzyılımızın başında ortaya atılan iki teori, fizik ve
felsefe dünyamızı çok derinden etkiledi. Bunlar kuantum ve rölâtivite
teorileriydi. Rölativite teorisi tek başına, kendi başına kendi yolunda yürüyen
bir kişinin ürünüyken, kuantum teorisi; Planck, Einstein, Bohr, De Broglis,
Schroetmger, Heisenberg, Diroc ve Poul gibi Nobel ödülü kazanmış kişilerin
katkılarıyla oluşmuştur.
Otuz yıl kadar süren bir arayışın sonunda da “kuantum
mekaniği” denilen yeni bir bilim felsefesi oluştu. İlerde açıklamalarımızda
faydalı olur umuduyla bazı terimleri açıklayalım.
Kuantum mekaniği; Atom altı parçacıkların fiziksel
yapılarını (konum, momentum gibi…) matematiksel bazı denklemlerle açıklama
sistematiğidir.
Dalga boyu: Belli bir anda, bir dalga tepesinden en yakın
dalga tepesine olan mesafedir.
Elektromanyetik dalgaların oluşturduğu; gama, x, mor ötesi
görünen ışık ve kızıl ötesi ışınlarıyla, mikro dalgalar, radyo, radar ve
televizyon dalgalarını farklı özellikler göstermesi, sadece aralarındaki dalga
boyu farklılıkları nedeniyledir. Bu farklılıklar ise, elektromanyetik dalgaları
taşıyan, adına “foton” dediğimiz parçaların oluşturduğu enerji miktarına
bağlıdır. Foton’un enerjisi ne kadar fazla ise dalga boyu (iki dalga tepeciği
arasındaki mesafe) o kadar kısadır.
Frekansı ise; bir saniyede belli bir yerden geçen dalga
sayısı, o kadar fazladır.
1926 – Eryin Schroedinger: Atomlardan yayınlanan dalgaların
işlevinin zaman içinde tekamülünü (gelişimini-olgunlaşmasını) tanımladı.
1926 – Max Born: Atom dalgalarının işlevlerine bir izah
(açıklama) getirdi.
Bir mekânda bu dalgaların varlığı orada bir parçacığın
varlığının ihtimalini (olasılığını) temsil eder.
Bir başka deyişle, bir maddeden, atomdan yayınlanan
dalgalar, o maddenin varlığının kanıtı olmaktadır. Yer altındaki madenlerin
bulunması; madenlerin yayınladıkları kendilerine özgü dalgaların aparatlarla
algılanması ve değerlendirilmesi sayesinde olmaktadır. Çünkü her maden ya da
madde kendi atom yapısına göre ve kendine özgü bir dalga, yani frekans
yayınlamaktadır. Yayınlanan bu dalgalar, frekanslar değerlendirilerek,
görünmediği halde yer altında hangi maddenin bulunduğu tespit edilebilmektedir.
1927 – Clinton Davisson ve Lester Germer: Elektronların dalgalar
gibi davrandığını (etkin olduğunu) iddia ettiler.
Aynı zamanda bu dalgalar, kendilerini oluşturan
elektronların davranışlarının da kanıtı olmuyor mu?
1929 – Estermann ve Otto Sterin: Ağır moleküllerin de
dalgalar gibi davrandığını, etkin olduğunu ortaya koydular.
Fizik biliminde fizikçiler arasında, ışığın parçacık mı,
dalgacık mı olduğu hususu uzun süre tartışılmıştır.
Örneğin Newton’a göre, ışık parçacık akımıdır, bazı
fizikçilere göre ise ışık tamamen dalgacıktır.
Einstein ise, ışığın hem dalgacık hem de parçacık
karakterinde olduğunu ortaya koymuştur. Doğrusu da budur. Çünkü ışık bu iki
özelliğe de sahip bulunmaktadır. bunu ileride yapacağımız açıklamalarda
sizlerde göreceksiniz.
Max Planck: Atom çektirdiğinin içindeki parçacıklara
Quant-Kuant kavramını ilk kullanan kişi olmuştur.
Einstein ise kuant kavramını Foton kavramı ile eşdeğer
olarak kullanmıştır. Çünkü Einstein’a göre Foton: ışık veren ve ışık
taneciklerini taşıyan parçacık olarak tanımlanmaktadır.
Foton için “optik Quant” kavramı da kullanılır. Çünkü
Fotonlar ayna zamanda elektro manyetik kuvvetlerin etkileşim partikülleri
olarak kabul edilmektedir.
Parçacık (partikül) Teorisi ve Dalga teorisi; ışık
parçacıklarından meydana gelir, ancak bazı açılardan da dalga gibi davranır.
Evren üzerinde var olan bütün varlıklardaki görünen enerji
ve maddi olan ne varsa kuantlardan oluşmuştur, kuantlardan meydana gelmiştir.
Bir fotonun taşıdığı enerji değişebilir.
Örneğin kırmızı ışık fotonu, yeşil ışık fotonundan daha az
enerji taşır. Bir fotonun taşıdığı enerji miktarını bilirsek, enerji tipini
belirleyebiliriz. Daha fazla enerjisi olan fotonların kütlesi daha büyüktür. Bu
manada, daha ağırdırlar ve bir engele çarptıklarında daha büyük bir basınca
sebep olurlar.
Evrendeki bütün dalgalar osilasyonların, yani salınım ve
titreşimler sonucu oluşmaktadır. Bütün dalga hareketleri iki ana yapıya sahip
bulunmaktadır; Frekans ve dalga boyu.
Buraya kadar bütün yazdıklarımızı Albert Einstein’ın
görelilik ve izafiyet teorisi denilen formül ile formüllendirebiliriz.
Enerji = kütle x ışık hızının karesi. (E = mxc2)
Bu formülde: E = Enerji, M = Kütle ve C = ışık hızı’dır.
Einstein’ın bu teorisi, bilim dünyamız ile yaşamımıza neler
kazandırmış ve kazandıracaktır?
Bu teoremle maddi varlıklar yalnızca göründükleri cisimler
varlıklarıyla ele alınmadı, aynı zamanda o maddelerin iç varlıklarına girildi
ve daha da girilecektir. Madde varlığının iç varlığına giriş, bilim insanını
yalnızca maddelerin “maddi yapısını” değil, ayrıca onun psikolojik veya maddi
yapısından da önemli olan akıl ve ruh varlığı da denilebilen tarafını
incelemeye doğru götürecektir.
Einstein bu teori ile, madde ve enerjinin aslında aynı şey
olduğunu ortaya koymuştur. Yani, maddenin aslında enerjinin bir görüntüsü
olduğunu kanıtlamıştır.
En son olarak Maurane, “Ayrıştır, ayrıştır, ayır. Bu işin
sonu yok” sözüyle atom biliminin derinliğini ve sonsuz denecek kadar
sınırsızlığını belirtmektedir.
(Atomla ilgili bu açıklamalarımız için sayın Dr. Hakkı
Açıkalın’ın Internet kanalındaki QANTUM FİZİĞİ hakkındaki bilgilerinden
yararlanılmıştır).
Görsek de görmesek de evrende var olduğunu kabul ettiğimiz
bütün varlıkların temel yapısı, temel taş, atom ve hücre denilen gözle
görülmeyen, elle tutulmayan küçük parçacıklardan oluşmaktadır. Atomun bugün için
bilinen bazı bilimsel içerikli özelliklerini açıklamaya çalıştık. Atomun ikiz
kardeşi, hatta aynı yumurtadan olan ikiz kardeşi kadar birbirine benzeyen,
adeta özdeş denecek kadar birbirini tamamlayan, bütünleyen “HÜCRE” yapısından
da biraz söz edelim. Şunu içtenlikle söyleyebilirim ki, atom için
yazdıklarımızı, yaptığımız açıklamaları hemen hemen aynen hücre yapısı ve
işlevleri içinde söyleyebilir, yapabiliriz. Hücreyi ve hücrenin işlevlerini
tanımak ve anlamak istiyorsanız, atom için yapılan açıklamaların hücre içinde
yapıldığını kabul edebilirsiniz. Aklınızda bir şüphe kalmaması için yine de
hücre hakkında bazı açıklamalar yapmaya çalışalım.
Hücrelerin incelenmesi ile canlı varlıkların fonksiyon ve
kimyasının yapısına lütfen dikkat edin. Bu, hücre “kimyasının” anlaşılmasının
temelidir. Özellikle elektron mikroskobunun bulunmasıyla hücre alanındaki
çalışmalar hızla ilerlemiş ve tıp biliminde akıl almaz buluşlar ve gelişmeler
olmuştur.
Hücre yapısında genellikle bulunan elemanlar şunlardır:
Öncelikle hücrenin yapısını sınırlayan plazma denilen dış
zar, dış zarın iç kısmında hücre sıvısı denilen sitoplazma ve bu sıvının içinde
bulunan hücre çekirdeği nukleus bulunmaktadır. pek tabii olarak hücre
çekirdeğini de sınırlayan çekirdek zarı dediğimiz nukleol bulunmaktadır.
Sitoplazma denilen hücre sıvısının içinde ribosomlar, sentrol,
mitokonriomlar, lisozomlar, golki cihazı denilen parçacıklar bulunmaktadır.
burada tıp ve hücre bilgisi verecek değiliz. Biz, bize gerekli parçaları
dikkate alarak açıklamalarımızı yapmaya çalışacağız. Fazla teknik ve bilimsel
açıklamalara girmeden halk diliyle hücre içi oluşumları açıklamaya çalışalım.
Hücre sıvısının içinde birçok maddelerin oluşumu ile
birlikte RNA, DNA ve birtakım genetik yapılar bulunmaktadır.
Atom ile hücre arasındaki benzerliğe lütfen dikkat ediniz.
Atomun çevremsinde olduğu gibi hücre yapısını da sınırlayan
bir zar bulunmaktadır.
Hücrenin iç yapısında birçok parçacık bulunduğu gibi atomun
içinde de elektron, nötron gibi parçacıklar bulunmaktadır. atomun bir çekirdek
yapısı olduğu gibi hücrenin de bir çekirdek yapısı bulunmaktadır. atom
çekirdeğinin içinde adına kuantum dediğimiz parçacıklar bulunduğu gibi,
hücrenin içindeki çekirdek yapısında da atom çekirdeğinin içinde bulunan
kuantum parçalarına benzer RNA, DNA ve genetik yapımızı oluşturan parçacıklar
bulunmaktadır.
Atom, çevresine ışın ve elektron parçacıkları yayınlayarak
etrafında elektromanyetik dalgalar oluşturmaktadır. Hücre yapımız da aynı
vaziyette çevresine biyomanyetik dalgalarla biyoenerji yayınlamaktadır. Yalnız
bizim vücudumuzdan yayınlanmakta olan manyetik dalgalar, atom tarafından
yayınlanan elektromanyetik dalgalar mıdır? Yoksa hücreler tarafından yayınlanan
biyomanyetik dalgalar mıdır? Bu iki dalgayı birbirinden kesin bir şekilde ayırmak sanıyorum ki bugünkü bilimle
mümkün değildir. Çünkü hücre yapımızın içinde atomlar da bulunmaktadır. iç içe
olan bu iki varlıktan yayınlanan elektro ve biyomanyetik dalgaların kesin
olarak birbirinden ayrımı yapılamaz inancındayım. Zaten bu ayrım da fazla
önemli değil, önemli olan elektromanyetik dalga olsun, biyomanyetik dalga
olsun, bunların ne olup ne olmadığı ve bunların bizim üzerimizdeki
etkinliğidir. Önemli olan söz konusu bu dalgaları kendi irademizle kontrolümüz altına alıp
bizim onları kullanıp kullanamama durumumuzdur.
Biliyorsunuz elektrik; bir maddenin atomların içindeki
elektron, pozitron, proton gibi parçacıkların hareketleri ile oluşan bir enerji
türüdür. Bir başka deyişle elektrik; Atomlar arasında elektron alış verişi
olayından oluşan bir oluşumdur.
Bu enerji türü aynen hürce yapımızda da bulunmaktadır.
biliyorsunuz ki tıp biliminde, kalp ve beyin elektronlarımız çekilmektedir.
Şüphesiz bu elektriksel akım, bizim hücre yapımızda oluşan ve yayınlanan
elektromanyetik dalgalardır. Oysa bu elektromanyetik dalgalar vücudumuzda
yalnızca kalp ve beynimizden değil, bütün organlarımızdan hatta bütün
hücrelerimizden yayınlanmaktadır.
Bedenimizden yayınlanan elektromanyetik veya biyomanyetik
dalgaları çok kaba ve yüzeysel bir benzetme ile evlerimizde, günlük yaşamımızda
kullandığımız elektrik akımıyla da bağlantı kurarak açıklayabiliriz.
Evlerimizde her yere döşenen elektrik tesisatını bir
düşünün. Bu elektrik tesisatında devreye sokulan bir aparat olamadığı zaman, bu
tesisat yalnızca bir tel döşemesinden ibarettir. Ama devreye bir ütü, fırın,
soba gibi benzeri aparatlar soktuğumuzda tellerdeki elektrik ütüde, fırında
ısıya, televizyon aparatında görüntüye, radyoda sese, ampulde ışığa dönüşür.
Elektriğin aparatlar aracılığıyla dönüşümlerini ve işlevlerini lütfen bir
düşünün. Burada olan nedir? elektrik devresine sokulan değişik aparatlar
elektriği kendi işlevlerine dönüştürmektedirler.
İnsan vücudunda da böyle bir elektik donanımı bulunmaktadır.
peki, insan vücudundaki bu elektrik akımını değişik işlevlere, dönüştüren
nedir? normal elektrik akımını değişik işlevlere dönüştüren değişik aparatlarını
yerini, bizim vücudumuzda beynimiz almaktadır. Yani beyin yapımız, daha doğrusu
düşüncelerimiz, düşünce yapımız, elektrik devresine sokulan ve elektriği
değişik işlevlere dönüştüren aparatların yerini almakta ve düşüncelerimiz bu
aparatların işlevlerini görmektedir.
Düşüncelerimiz, özellikle belli amaçlara yöneltilmiş, belli
amaçlar üzerinde yoğunlaşmış düşüncelerimizin, inançlarımızın ve amaçlarımızın
oluşmasında büyük etkinliği olmaktadır. Özellikle de şunu açıklamakta fayda
var.
1- Gelip geçici, yüzeysel düşüncelerimizin etkinliği olmaz.
Bu durumu şuna benzetebiliriz. Elimizde televizyon kumanda aleti ve bir kanala
basıyoruz, televizyonda o kanalın görüntüsü oluşmadan kumanda düğmesine basıp kanal değiştiriyoruz
ve bunu devamlı yapıyoruz, sonra da doğru dürüst televizyon seyredemediğimizden
şikayet ediyoruz.
2- Düşüncelerimiz ve amaçlarımız uğrunda hiçbir çalışma
yapmıyoruz, hiçbir çaba sarf etmiyoruz ama, yan gelip yatarak amaçlarımızın
olmasını düşünüyor ve istiyoruz. Nerede o yağma Hasan’ın böreği. Böyle bir
börek ziyafeti varsa bize de verin. Eğer bu işlemi bir Allah inancı ile
yapıyorsanız, çok büyük bir yanılgı
içindesiniz demektir. Allah’ınızı severseniz,söyler misiniz siz Allah’ı nasıl
düşünüyor, nasıl hayal ediyorsunuz? Haşa huzurdan, siz Allah’ı bir kahyanız,
bir vekilharcınız veya Alaaddin’in sihirli lambasındaki dev mi zannediyorsunuz?
Siz yan gelip yatacaksınız, hiçbir çalışma, hiçbir çaba göstermeyeceksiniz ama,
Allah sizin düşündüğünüz bütün düşüncelerinizi, dualarınızı derhal yerine
getirecek.
Yok öyle bir şey, çalışmadan, hak etmeden nasıl bir
üniversite diploması alamazsınız, çalışmadan da bir şey elde edemezsiniz. Siz,
amacınız uğrunda elinizden gelen çalışmayı yapacaksınız, Allah’tan bu
çalışmalarınızda size yardımcı olmasını, emeklerinizin boşa gitmemesini
isteyebilirsiniz. Ama, yan gelip yatarak bir şey isteyemezsiniz. Dini
çevrelerde bazı dua satan açıkgözler vardır. İnsanlara bir takım dualar
satarlar, o duayı okudunuz mu veya üstünüzde taşıdınız mı işiniz iş, her işiniz
tamam, işler tıkırında. Bu duaları okuyup da duadan beklentileri olmadı mı bazı
insanlar, bu sefer Allah’tan ve dini inançlardan kuşkuya düşmektedirler. Oysa Kur’anda
birçok ayette “Ancak çalışmalarınızın karşılığını alacaksınız” diye bizleri
açıkça uyaran birçok ayet bulunmaktadır. bizler, bizleri uyaran bu ayetleri
dikkate almıyoruz. Çalışmadan, bir çaba sarf etmeden yalnız dualarla yattığımız
yerden her şeye sahip olmak istiyoruz. Yok böyle bir yağma.
BİYO FREKANSLAR:
Peki, amaçlarımızın ve düşüncelerimizin oluşmasında, düşünce yapımızın, düşüncelerimizin gücü ve etkinliği nedir?
Peki, amaçlarımızın ve düşüncelerimizin oluşmasında, düşünce yapımızın, düşüncelerimizin gücü ve etkinliği nedir?
Her düşüncemiz muhakkak olur mu?
Ve bu etkileme veya etkileşim olayı nasıl olmaktadır?
Defalarca, beden yapımızın 60 ile 100 trilyon hücreden
oluştuğu belirtmiştik. Beden yapımızın
kendine özgü ortak bir frekansı olduğu gibi, her organımızın da kendine
özgü bir frekansı bulunmaktadır. bütün frekanslar birbirini tamamlayan bir
tarzda uyum içinde yayınlanmaktadır. Bu durumu bir orkestra uyumuna
benzetebiliriz. Enstrümanlar değişik ama hepsi birlikte uyumlu bir müzik ortamı
oluşturmaktadır. Bu orkestranın da şefi beynimizdir.
Beynimizin, bedenimizden yayınlanan biyomanyetik dalgalara
etkisi nasıl olmaktadır? Veya beynimiz, frekanslarımızla nasıl uyum
sağlamaktadır?
Bu durumu basit ve pratik bir örnekleme ile açıklayalım.
Beyin yapımızı alıcı ve verici özelliğe sahip bir radyo istasyonuna benzetelim.
Bir de elimizde bir radyo bulunsun. Radyomuzdan istediğimiz yayını dinlemek
için ne yapıyoruz? Radyomuzun istasyon arama düğmesini çeşitli şekillerde
çevirerek istediğimiz istasyonun yayın frekansını arıyoruz. O frekansı bulunca
da radyomuz o istasyonun yaptığı yayını alarak bizim dinlememizi sağlamaktadır.
işte bizler, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde beynimizden yayınladığımız
elektromanyetik dalgalarımızı, yani frekanslarımızı, düşüncelerimizle radyo
frekansları gibi yayınlamaktayız. Bu frekanslarımızı düşüncelerimiz
oluşturmaktadır. Biz ne düşünüyorsak bu düşüncelerimize uygun frekanslar
yayınlamaktayız. Eğer bedenimiz hakkında, hastalık ve sağlığımızla ilgili
yayınladığımız frekanslar, bedenimiz organlarında uygun frekansla buluştuğu an,
birbirlerini etkilemekte ve düşündüklerimizin oluşmasını sağlamaktadırlar.
Organlarımızı oluşturan hücrelerin yapısı, o organda
yapacağı işleve uygun bir yapıya sahiptir. Organlarımız sağlıklı oldukları
zaman yayınladığı frekans ile, hastalıklı olduğu zaman veya hastalanmaya
başladığı zaman yayınladığı frekanslar değişiktir. Bir organda hastalık
ilerlediği zaman o organın yayındığı frekans, hastalığın özelliği doğrultusunda
değişime uğrar. Eğer beynimizde yayınladığımız frekanslar olumlu düşüncelere
dayanan frekanslar ise, organımız hasta olsa bile, olumlu düşüncelerimizin
yayınladığı frekanslar o organ üzerinde olumlu etki yapar. yok, düşüncelerimiz
olumsuz ise frekanslarımız organı olumsuz etkiler ve organın hastalığını daha
da kuvvetlendirir. Öylesine ki, organımız sağlıklı bile olsa, olumsuz düşüncelerimiz
o organı olumsuz etkiler ve o organın düşüncelerimiz doğrultusunda hasta
olmasını sağlar.
Düşüncelerimiz yalnız bedenimiz ve organlarımız üzerinde
değil, sosyal yaşamımız üzerinde de etkili olmaktadır. Doğada var olan bütün
varlıkların ve maddelerin kendine özgü frekansları olduğu gibi, bütün olayların
ve oluşumların da kendine özgü frekansı bulunmaktadır. eğer düşüncelerimizle
bir olayın oluşumu üzerinde yoğun olarak düşünürsek, o oluşumu, düşüncelerimize
uygun bir şekilde olumlu veya olumsuz olarak etkileyerek değiştirebiliriz.
Örneğin, bazı insanlar düşünce gücünü kullanarak bazı eşyaların yerlerini
değiştirebilmektedir. Yine örneğin, bazı kişiler, gözleri ile maddelerin yerini
değiştirdiği gibi onların şekil ve biçimlerini de değiştirebilmektedirler. Bazı
insanlar da gözle görülmesi mümkün olmayan kapalı yerlerdeki veya uzaklıktaki
şeyleri görebilmekte veya sesleri duyabilmektedir.
Şimdi haklı olarak şöyle bir soru sorabilirsiniz: Dua ile ir
şey yapılamaz diyorsunuz ama dua ile yağmur yağdırıyorlar, bu nasıl olmaktadır?
Bu yağmur duası ile yağmur yağma olayında çok hassas ve
dikkatlerden kaçan veya bilinmeyen bir olay, bir oluşum bulunmaktadır. Yukarıda
açıkladığımız gibi evrende her olayın kendine özgü bir frekansı vardır. sesin,
rengin, rüzgarın, bulutların, kısacası aklınıza gelen her şeyin bir frekansı
vardır. yağmur duası veya benzeri dualarda da oluşan oluşum şudur;
Birçok dini inançlar içinde Musevi olsun, Hıristiyan veya
Müslümanlıkta olsun, toplu dualar ve toplu zikir olayları vardır. bir örnek
olarak yağmur duasını ele alalım.
Musevi inançta olanlar da, Hıristiyan, Müslüman inancında
olanlar da ve hatta başka inanç ve dinlerdeki insanlar da yağmur duası yapmakta
ve çoğunlukla da yağmur yağmaktadır. Dikkat edin, yağmur duasına çıkıp dua
edenler, özellikle değişik dini inançta, hatta inançsız olanlar, aynı duayı
okumuyorlar. Dünyamızda değişik dini inançtaki insanların yaptıkları yağmur
dualarını ve merasimlerini bir araya toplarsak, yağmur duasının merasimlerinin
filmlerini çekip bir araya getirebilirsek, kim bilir ne zıtlıklarla ve hatta
bize gülünç gelecek ne görüntülerle karşılaşacağız. Peki ama bu kadar zıt ve
gülünç görünümlü uygulamalara karşın yinede yağmur yağmaktadır. Bu nasıl
olmaktadır? İşte buradaki hassas nokta şudur. Dua ve merasim görüntüsü
altındaki uygulamada duyguların ve düşüncelerin birleşmesidir. Bu birleşme
sonucu insanlardan yayınlanan frekanslar, doğada yağmur yağma esnasında oluşan
frekanslarla birleşmesi ve özdeşleşmesidir. Yoksa, yağmur duası diye okunan
duanın ne olduğunu, ne mana ifade ettiğini çoğunlukla okuyan kişi bile
bilmemektedir. Örneğin, bizde olduğu gibi adam, Arapça olan duayı, “yağmur
duası” niyeti ile ezberlemiştir. Ama bir kelimenin manasını bile bilmemektedir.
Burada olan olay, o duayı okuyan da o duayı dinleyici olarak katılanlarda da,
ortak bir istek ortak bir düşünce ve ortak arzu içinde olduklarından,
kalplerinde aynı duyguyu, beyinlerinde aynı düşünceyi oluşturmaktadırlar.
Kısacası, ortak bir amaç ve düşüncede birleşmektedirler. O anda orada bulunan herkes
yağmurun yağmasını istemek, arzu etmek, duygu ve düşünceleri içindedirler.
Bundan başka bir şey düşünmemektedirler. İşte bu oluşum içinde o duada bulunan
bütün beyinlerden yayınlanan frekanslar, yağmur yağdıran frekansla uyum içinde
olurlar ve bu frekanslar atmosfer içindeki yağmur frekanslarının, bir başka
deyişle yağmur bulutlarındaki frekanslarla birleşip özdeşleşmektedir. Ve yine
bir başka deyişle, düşüncelerimizle yayınladığımız yağmur frekanslarımız,
evrendeki yağmur frekanslarını bir paratoner, bir mıknatıs gibi üzerine
çekmekte, onu etkilemekte ve dolayısı ile yağmur yağmasına neden olmaktadır.
Peki, yağmur duasına çıkılıp yağmur duası yapıldığı halde
bazı zamanlar yağmur yağmıyor. Bu neden böyle oluyor? Daha önce belirttiğimiz
gibi, yağmur duasının etkili olabilmesi ve yağmurun yağabilmesi için, yağmur
duasına çıkan herkesin aynı duygu ve düşünce içinde olmaları, yani aynı
frekansı yayınlamaları gerekir; Topluluk içinde, topluluğa katılmış olmakla
birlikte bu yağmur duasına inanmayanlar, şüpheyle bakanlar bulunabilir. İşte o
topluluk içinde böyle kişilerin yayınladıkları olumsuz, karşıt manyetik
dalgalar, diğer kişiler tarafından yayınlanan olumlu frekansları olumsuz yönde
etkileyerek, yayınlanan yağmur frekanslarını zayıflatabilir veya etkisiz hale
getirebilir.
Düşünce frekanslarımızın etkileme biçimi, şekli ve
etkinliğinin sınırı nedir?
Düşünce frekanslarımızı genellikle iki şekilde
kullanmaktayız. İçe dönek olarak, dışa dönük olarak. İçe dönük frekanslar
bedenimizin iç organları üzerinde etkilidir. Düşüncelerimizin içe dönük
durumdaki ilk ve en öncelikli işlevleri, beynimizde oluşan bilgilerin depolanma
ve arşivlenme işlemidir. Beynimiz; 100 trilyon bilgiyi depolama ve arşivleme
özelliğine, kapasitesine sahip bulunmaktadır. beynimizin bir bilgiyi öğrenip
benimsemesi için üzerinde en az 15 saniye durması, yoğunlaşması gerekir. önem
vermediği ve üzerinde 15 saniye durmadığı açıklamaları ve bilgileri depolayıp
arşivlememekte, onları dışlayarak unutmaktadır. Örneğin, caddelerden geçerken
birçok dükkan levhasını veya bir çok arabanın plâka numarasını okuyoruz ama
beynimiz onları depolayıp arşivlemiyor.
İster içe dönük ister dışa dönük olsun, dua ve
düşüncelerimizin etkin olması, örneğin; yağmur duaları gibi benzeri dualarda
etkin olan dualar değil inançlarımızdır. İstediğiniz kadar dua edin, eğer
içinizde inanç yoksa okuduğunuz o duaların hiçbir etkinliği, hiçbir değeri ve
faydası olmaz.
Dışa dönük olarak yayınladığımız frekanslarda, beden yapımız
dışındaki olay ve oluşumları etkileyen frekanslardır. Bu frekanslar içinde,
yağmur duasını ve maddeler üzerinde yapılan etkileşimleri örnek olarak
açıklamıştık.
Örneğin; Hiç tanımadığımız bir insanın yanında, nedenini
bilmediğimiz bir huzursuzluk veya tam aksine tanımını yapamadığımız iç
rahatlığı ve huzur duyarız. Bunun nedeni, yanında durduğumuz hiç tanımadığımız
o insan tarafından o an içinde bulunduğu olumlu veya olumsuz duygularla
yayınladığı düşünceleri, yani frekanslarıdır. Olumlu düşüncelerimizle çevremizi
olumlu, olumsuz düşüncelerimizle de çevremizi olumsuz şekilde etkilemekteyiz.
Bu ve buna benzer durumları yaşamınızda bir çok kez yaşamış olabilirsiniz. Bu
durum, içinde bulunduğumuz düşüncelerimizi, bedenimiz dışına frekanslarla
yayınladığımıza en güzel ve en yaygın örnektir.
TEVHİD
Dua, ibadet ve düşüncelerimizin etkili hale dönüşmesi nasıl olur ve bunun için ne yapmalıyız?
Dua, ibadet ve düşüncelerimizin etkili hale dönüşmesi nasıl olur ve bunun için ne yapmalıyız?
Dua, ibadet ve düşüncelerimizin amacına ulaşması için
bunları TEVHİD içinde yapılması gerekir.
Peki, tevhid nedir?
Tevhid, gayet kısa ve öz olarak “birlemek-bir olmak” demektir.
Birlemek, Allah’ı birlemektir. Bu da evrende görünen bütün varlıklarda Allah’ın
varlığını ve bu varlığın özünde de Allah’ın birliğini yani TEK’liğini
görebilmektir. İyi ama bu yeterli değildir. Bu işin yalnızca bir tarafıdır,
yani yarısıdır. Bunun tamam olabilmesi için, yani tevhid olayında birliğin,
bütünlüğün ve özdeşliğin sağlanabilmesi için insanın da kendi içinde, kendi
varlığında Tevhid olabilmesi, tevhidi yakalayabilmesi gerekir.
Peki, insanın tevhid olabilmesi veya tevhidi yakalayabilmesi
ne demektir ve bu nasıl elde edilir?
Bu, anlatımda çok kolay fakat uygulamada çok zor, hatta
imkansız denecek kadar çok zor bir
durumdur. Bunu da, yani insanın tevhid
olabilme durumunu da kısaca; dil, kalp
ve beyin üçlüsünün bir olabilmesi şeklinde tanımlayabiliriz. İnsanın ister dini
amaçlı, ister sosyal amaçlı olsun, amaçlarına ulaşabilmesi için tevhid içinde
olabilmesi gerekir. bir başka deyişle, ancak bu iki tevhidin oluşması sonucu
birbirleriyle bağlantı ve iletişim kurması mümkündür. Bu iki tevhidin birleştiği
zamanlar ancak dualarımız, ibadetlerimiz veya düşüncelerimiz amacına, hedefine
ulaşır. Tasavvufta, tevhid olayında, 1 + 1 = 2 etmez, tasavvufta, 1 + 1 = 1
eder, hattâ sonsuz birlerin toplamı “BİR” eder. Dua ve ibaretlerimizdeki amaç;
Tasavvuftaki tevhid’i “bir”i yakalayabilmektir. Yani, içimizde ve karşımızdaki
BİR’lerle BİR OLABİLMEKTİR.
Kur’andaki ayetleri hatırlayınız. Kur’andaki ayetlerle Allah
insanları nasıl uyarmaktadır?
“Siz, açıklasanız da gizleseniz de biz sizin kalbinizden
geçenleri biliriz”
Mülk
suresi: 67 / 13
“Siz, yaptıklarınızın gizli kalacağını mı sanıyorsunuz? Biz
sizin düşündüklerinizi biliriz”
Nalh
suresi: 16 / 9
“Rabbin gökte ve yerde konuşulan her sözü bilir. O’ndan
gizli kalan hiçbir şey yoktur. O işitendir, bilendir”
Enbiya
suresi 21 / 4
Peki bu nasıl olmaktadır?
Bu, beynimizden yayınlanan frekanslarla olmaktadır.
Çünkü, DÜŞÜNCELERİN DİLİ YOKTUR, DÜŞÜNCELERİN FREKANSI
VARDIR. Duygu ve düşüncelerimizi dilimizden, yani sözlerimizden önce
beynimizden frekanslarla çevremize yayınlamaktayız. Bunun içindir ki “laf
aramızda kalsın” sözü kadar yanlış ve beni güldüren bir başka söz yoktur. Çünkü
bizler, söylemek istediklerimizi dilimiz ile ifade etmeden çok daha önce,
onları düşüdüğümüz an bir radyo yayını gibi çevremize frekans olarak
yayınlamaktayız.
Tevhid olayını, dil, kalp ve beyin üçlüsünün bir olması diye
tanımlamıştık. Bu ne demektir?
Dua ve ibadetlerimizde olsun veya başka işlemlerimizde
olsun, dilimiz ile söylediklerimizi kalbimizde hissedeceğiz, duyacağız ve bunlar
beynimizle onaylayacağız. Dilimizle bir şeyler söylerken kalbimiz başka
duygular, beynimiz bambaşka düşünceler içinde ise, orada ulaşacak sağlıklı bir
mesaj, bildiri oluşmaz, oluşamaz. Dolayısı ile yapılan bütün işlemler boşuna
gider. Mesajlarımızın oluşması ve yerine ulaşması için dil, kalp ve beyin
üçlüsünden bir “TEK” frekans oluşması ve tek frekans yayınlanması gerekir.
Bunun oluşması için dua ve ibadetlerimizde hangi dili
kullanacağız?
KENDİ DİLİMİZİ
KULLANACAĞIZ.
Çünkü Allah, biz kullarını yaratırken bizim dilimizi de genetik yapımız içine şifrelemiştir.
Bunu da Allah Kur’an da açıkça belirtmiştir.
Çünkü Allah, biz kullarını yaratırken bizim dilimizi de genetik yapımız içine şifrelemiştir.
Bunu da Allah Kur’an da açıkça belirtmiştir.
Örneğin, “bir yaprağın düşüşünden bile biz haberdarız” diyen
ve bizim kalbimizden ve beynimizden geçirdiklerimizi bilen Allah, bizim
dilimizi bilmez olur mu? Bizi yaratan Allah, yarattığı kulunun dilini bilmez
olur mu? Ve bu oluşumu da Kur’an da açıkça belirtmiyor mu? “Nerede olsanız o
sizinle beraberdir. Çünkü size hayat veren ruhumuz ona bağlıdır”.
Hadid
suresi 57/4
Ve yine; “Allah’ın delillerinden biri de, gökleri ve yeri
yaratması, lisanlarınızın (dillerinizin) ve renklerinizin değişik olmasıdır.
Şüphesiz bunda düşünenleriniz için alınacak dersler vardır”.
Rum
suresi 30/22
Dillerimizin de bize Allah tarafından verilmiş olduğu
gerçeği daha başka türlü nasıl söylenilsin, nasıl anlatılsın?
Allah’a yalnızca Arapça dua edileceğini ısrarla söyleyenler,
Allah’ı yüceltelim derken Allah’ı küçülttüklerinin farkında değiller mi?
Allah’ı Arapçadan başka dil bilmeyen cahil, kültürsüz bir duruma düşürdüklerini
düşünemiyor, göremiyorlar mı?
Allah’ınızı severseniz bu şekilde düşünenler Allah’ı nasıl
düşünüyor, nasıl tasavvur ediyorlar, açıklayabilirler mi?
Açık kalplilikle, ön fikirlerden, peşin hükümlerden
kendimizi kurtararak düşünelim. Kur’an da bu ayetleri açıklayan, sizin
içinizde, ruhunuzda olduğunu söyleyen Allah nasıl olur da sizin dilinizi
bilmez?
Sizi yaratan, fakat sizin dilinizi bilmeyen Allah’tan, Allah
göstermesin, onun kudretinden hatta varlığından bile şüpheye düşmez misiniz? Bu
nasıl bir Allah ki, Kur’an da, benim rengimi, dilimi bana verdiğini, benim
kalbimden ve beynimden geçenleri bildiğini söylüyor, ama benim dilimi bilmiyor.
Bu nasıl bir iş demez, böyle düşünmez misiniz?
Sonra, konuştuğunuz dili size veren ve sizin dilinizi sizden
daha iyi bilen biriyle “Ben kendi dilimde değil, başka dille konuşup sizinle
anlaşacağım” demenin gülünçlüğünü, mantıksızlığını ve saçmalığını düşünebiliyor
musunuz?
Şöyle bir soru da gelip aklımıza takılabilir. Bırakalım dil
tartışmasını, doğuştan ya da sonradan dilsiz olan insanlar var, peki bunlar
Allah’a nasıl dua ve ibadet ediyorlar? Bunlar kendilerini yaratan Allah ile
iletişim kuramıyorlar mı? bu gibi insanların durumu nedir? Bu ve buna benzer
sorulara nasıl cevap vereceğiz? Lütfen, bana bir din gösterin, ibadet ve
dualarının yarısı başka dille yarısı başka dille yapılıyor olsun.
Kur’an da ayetlerle, bizim de o ayetlere dayanarak ısrarla
belirttiğimiz gibi, Allah kulları ile veya kulları Allah ile, kalp ve beyin
hücrelerinden yayınları frekanslarla bağlantı ve iletişim kurmaktadır.
Sevindiğimiz, üzüldüğümüz, korktuğumuz ve buna benzer duygular içinde
olduğumuzda kalp atışlarımızdaki değişimi gayet iyi biliyorsunuz. Kalp, işte bu
değişim içinde iken, bu değişime neden olan duygularımızı yansıtan frekans yayınlamaktadır.
Tıp biliminde alınan kalp elektrosundaki grafiksel çizgilerin şifrelerini eğer
çözümleyebilirsek, grafik çizgilerinden o anda o insanın veya insanların hangi
duygular içinde olduğunu da anlayacağız.
Aynı durum beyin elektronları içinde söz konusudur. Beyin
elektrosundaki çizgilerin şifresini çözümlediğimiz an, o anda beynimizden
geçirdiğimiz düşüncelerimiz de anlaşılmış ve okunmuş olacaktır. Din ve Allah
inancı zayıf olan kişiler Kur’an’da ki “Allah bir yaprağın düşmesinden bile
haberdardır”, “Allah sizin kalbinizden geçenleri ve sizin düşündüklerinizi bile
bilmektedir” mealindeki ayetlerle adeta alay etmektedirler. “Hadi canım sende,
kalbimizden geçenler, aklımızdan geçen düşünceler de nasıl bilinecekmiş, buna
imkan var mı?” gibi sözler söylemektedirler. İnanınız bunları bilebilmek için
Allah olmaya gerek yok, geliştirilen yeni elektromanyetik aparatlarla çok kısa
zamanda bu söylediklerimizi bizler de öğreneceğiz ve bileceğiz. Çünkü son
geliştirilen elektro manyetik aparatlarla yalan söylediğimiz zaman, beyin
hücreleri arasında olan değişimi bilim, çok güzel bir şekilde saptamış
bulunmaktadır.
Aslında, gelişmekte olan elektromanyetik dalgalar üzerideki
buluşlar ve buna dayanarak yeni elektromanyetik aparatlar, insan beden
yapısında olsun, doğanın içinde olup da bu güne dek varlığı bilinmeyen birçok
oluşum, saptanmaya ve günlük yaşamımızda bilinir ve kullanılır hale
dönüştürülmeye başlanmıştır. Teknolojik bulgulara biraz dikkatle bakarsak
bunlar görülebilir.
Örneğin, genetik yapımız üzerinde yapılan son bulgular akıl
almayacak boyutlara ulaşmıştır. Korku gibi birçok duygularımızın, genetik
yapımız içinde şifreler halinde bulunduğu ortaya konmuş durumdadır.
Elektromanyetik bilimin gelişmesi ile doğa biliminin veya
insan bedeninde şimdiye kadar bilinmeyen birçok şeyler bulunmaya ve bilinmeye
başlandı. Çok değil bundan 50 – 100 yıl önce, bilim dışı, fizik ötesi denilen
birçok olay ve oluşumun bu gün, bilim dışı, fizik ötesi oluşumlar olmadıkları
bilimsel bulgularla ortaya konmuş ve konmaktadır. Fakat bu arada insan oğlunun
en büyük yanlışı ve yanılgısı, bilimsel bulgularla din bağlantısını, özellikle
Kur’an’da ki bazı ayetlerle olan bağlantısını görememesi, görüp de kabul etmek
istememesidir. Oysa biraz dikkat edilip bağlantı kurulabilse, elektromanyetik
dalgalar üzerindeki son bulguların, Kur’andaki buna benzer birçok ayetin
bilimsel ispatı olduğu görülecektir.
Elektromanyetik dalgalar üzerinde bilimsel araştırmalar
yapan bilim çevrelerine içtenlikle bir öneride
bulunacağım, hatta önerinin üstünde bu alanda çalışmalar yapmaya açıkça
davet edeceğim.
Önerim; Doğanın, canlı varlıkların ve özellikle insan yapısı
tarafından yayınlanan biyofrekanslar, biyoenerjiler üzerinde bilimsel
araştırmalarını yoğunlaştırmalarıdır. Özellikle bu araştırmalarını hücrelerimiz
içine kadar indirgesinler. Hücrelerimiz tarafından yayınlanan frekansları
yalnızca frekans olarak d eğil, o frekansların şifrelerini çözümlemek için
üzerinde çalışsınlar… Hücrelerin frekans
şifreleri çözümlendiği an, insanın önünde yepyeni bilim dalları ortaya
çıkacaktır. En başta bugüne dek parapsikoloji bilimi olarak ve fizik ötesi
olayların oluşumlarını inceleme dalı olarak
kabul edilen parapsikolojik oluşumların, fizik ötesi olayların oluşumlar
olmadığını, onların da bir nevi fiziksel olay olduğunu, yani biyolojik
yapımızdan yayınlanan frekanslar ile düşüncelerimizin uyuşması, örtüşmesi
sonucu olan olaylar olduğu görülecektir. Ve şahsen bu bilime de parapsikoloji
adı değil, “Biyopsikoloji” adı verilmesi gerektiğine inanıyoruz.
Hücre yapısının içine girdiğimizde genetik yapımızın; atomun
içine girerek Kuantum parçacıklarının şifrelerini çözümlediğimizde, bu güne dek
“bilinmeyenler sınıfı” içinde toplanan ve bilim dışı denilen birçok olay ve
oluşumun sırrı çözülecektir. Böylece, bilim dışı denilen olayların bilim içi ve
bilimsel oldukları görülecektir.
Bu arada bir başka hususa daha değinelim. Evrende var olan
bütün varlıkların, hatta varlık olarak bile kabul edilmeyen birçok şeyin
kendine özgü bir frekans yapısı olduğunu, dolayısıyla bir frekans yayınladığını
defalarca ve ısrarla belirttik. Buna dayanarak bazı çevreler, özellikle dini
çevreler, her kelimenin, her sözün, hatta her harfin kendine özgü frekansı
olduğunu söylemektedirler.
Burada dikkat edilmesi ve üzerinde bilimsel araştırma yapılması
gereken husus: Kelimelerin, sözcüklerin ve harflerin sahip oldukları söylenilen
frekans bizzat kendilerine ait olan frekans mıdır, yoksa algılanan ve o
kelimelere, sözcüklere, harflere insanların düşünceleri ile oluşturdukları
frekanslar mıdır? İşte üzerinde durulması gereken husus budur. Bu frekanslar;
kelimelerin, sözcüklerin ve harflerin bizzat kendilerinin sahip olduğu
frekanslar olsaydı, yayınlandıklarında çevrelerinde aynı etkiyi, aynı anlayışı
oluşturmaları gerekirdi. Oysa kelimeler, sözcükler ve harfler algılayan kişiler
tarafından çoğu kez başka başka anlamlarda algılanmakta ve
değerlendirilmektedir. Bizce burada oluşan frekans veya frekanslar, kelimeler,
sözcükler ve harfler tarafından bizzat yayınlanan frekanslar değil, onları
algılayan insanlar tarafından algılanışına uygun olarak yayınlanan
frekanslardır. Bir başka deyişle, o kelimeler ve sözcüklerin frekansları
onların yayınladıkları değil, insanlar tarafından algılanmasına göre oluşan
frekanslardır.
Bunun içindir ki aynı kelimeleri, sözcükleri kullandıkları
halde çok değişik, hatta birbirine zıt olabilecek anlamlar ortaya çıkmaktadır.
Değişen, insanların algılaması ve bu algılamaya göre oluşan
düşüncelerdir ve bu düşüncelere göre yayınladığı frekanslardır. Yani söylediğiniz
sözlerin, dua ve ibadetlerinizde okuduğunuz duaların anlamlarını bilmiyorsanız,
bunların hiçbiri sizin kalbinizde ve beyninizde bir anlam oluşturmayacaktır.
Dolayısıyla da bir anlam taşıyan ve yansıtan her hangi bir frekans da
oluşmayacaktır. Mesaj içeren bir frekans oluşmayınca da bir bağlantı ve
iletişim olayı oluşmaz, oluşamaz. Bu, insanlar arasında da, kul ile Allah
arasında da böyledir. Karşılıklı olarak bir bağlantının ve iletişimin
kurulabilmesi için, ya aynı dili konuşacaksınız veya aynı frekansları
yayınlayacaksınız. Hatta, bazı durumlarda aynı dili konuşsanız bile, yine de
anlaşma olmayabilir. Aynı dili konuşan aynı topluluk içindeki insanlar
arasındaki kavgaların, savaşların nedeni nedir? çıkar duygularının ve bu
duygulara göre yayınlanan frekansların çatışması değil mi?
Peki, çıkar duygularının temel yapısı nedir? bu çıkar duygularının kaynağı da, duygu ve
düşüncelerimizin karşıt veya zıt olmasından kaynaklanmıyor mu? Bu da, karşıt
veya zıt düşüncelerimizin yayınladığı frekanslardan oluşmuyor mu?yani, bizi
anlaşılmaz, zıt ve düşman hale getiren karşıt düşüncelerimizin yayınladığı
karşıt frekanslardır. Karşıt düşünceler karşıt frekansları, karşıt frekanslar
da karşıt düşüncelerin oluşmasını sağlamakta, en azından karşıt düşünceleri
kuvvetlendirmektedir. Bu, içinden çıkılmaz gibi görünen fasit bir çember
gibidir.
BİYOFREKANSLARIN
KAYNAĞI:
Frekans, frekans diye bir şey tutturmuşuz, peki bu frekans denilen olay nedir?
Frekans, frekans diye bir şey tutturmuşuz, peki bu frekans denilen olay nedir?
Bu frekanslar nereden kaynaklanmaktadır? Bu frekansların
yaptırım ve etkin gücü nedir? bu ve buna benzer kafamıza takılan daha birçok
sorular sorabiliriz. Örneğin bu frekansların din ve Allah inancıyla bir
bağlantısı var mı? bağlantı varsa bu nasıl bir bağlantıdır. Gibi benzeri
sorular…
Defalarca belirttiğimiz gibi, evrende var olan bütün
varlıklar kendi yapılarına özgü bir frekans yayınlarlar. Bu frekans yayınlama
olayı o maddenin atom ve hücre yapısına kadar inebilmektedir. Yani varlıklar,
atom ve hücresel yapısına indirgene dek kendilerine özgü bir frekans
yayınlarlar. Bu frekans yayınlama olayını atom ve hücre iç yapısına kadar
indirgeyeceğiz. Çünkü, frekans dediğimiz olay, atom ve hücrenin iç yapısından
kaynaklanan bir olaydır. Atom ve hücrenin iç yapısını bilmeden, anlamadan, atom
ve hücrenin yayınladığı frekansı yeterince bilimsel olarak anlayamayız ve
değerlendiremeyiz. Atom ve hücrenin iç yapılarını daha önce özet olarak
belirtmeye çalıştık.
Yaşamımızda ve evrende oluşan bazı olayların
değerlendirmesini yaparken, bu değerlendirmeleri dış görüntülere bakarak ve çok
yüzeysel yapmamız en büyük yanılgımız ve en büyük yanlışımız olmaktadır. Olayların
oluşumunu yalnızca sonuçları ile ele alarak değerlendiriyoruz. Olayları
oluşturan öz yapıya inmediğimiz veya inemediğimiz için de sorunlarımıza köklü
çözümler üretemiyoruz ve devamlı olarak aynı olaylar ve oluşumlarla yaşamımızı
sürdürüp gidiyoruz. Örneğin: Sosyal sorunlarımızın oluşumunda insanın
psikolojik yapısına ve genetik yapısına inmiyoruz ve dolayısıyla sosyal
sorunlarımıza sağlıklı çözümler üretemiyoruz.dolayısı ile de sosyal sorunlar
bitip tükenmeden devam edip gidiyor. Örneğin; sosyal yaşamımızda ve doğa
olaylarının oluşumunda etkin rol oynayan
atom ve hücre yapısını, özellikle iç yapılarının etkinliğini göremiyoruz,
bilemiyoruz, dolayısıyla da sosyal ve doğa sorunlarımıza sağlıklı çözümler
üretemiyoruz.
Oysal yaşamımızda, hırsızlık cinayet gibi benzeri olaylarla
birlikte korkularımızın, endişe, kıskançlık, intikam, sevgi ve nefret gibi daha
birçok duygularımızın da genetik yapımızdan kaynaklandığını göreceğiz.
Bu, GEN veya genetik yapı dediğimiz olay başlı başına
evrensel bir alem. Genetik yapının içine inildikçe derinleşen sonsuzluk ve
sınırsızlık özelliğine sahip bir dünya ile, bir varlıkla karşılaşıyoruz. Bu
genetik varlığın içinde taşıdığı ve sahip olduğu gücü, etkinliğini anlatabilmek
de anlayabilmek de bu günkü bilim düzeyi ile imkansız bir durumdur.
Biz yine de, anlattıklarımızın ve anlatacaklarımızın daha
iyi anlaşılabilmesi için Remzi Kitabevi’nin J.A.C. Brown tarafından yazılıp Dr.
Reyhan Erez tarafından dilimize çevrilmiş bulunan Tıp ansiklopedisinden Hücre,
DNA, RNA ve GEN’ler üzerindeki bilgiyi burada özel olarak nakledelim:
HÜCRE: Biyolojik vücut yapılarının en küçük birimidir.
Hücrenin incelenmesi canlı varlıkların fonksiyon ve kimyasının anlaşılmasının
temelidir. Elektron mikroskobunun bulunmasıyla bu alandaki çalışmalar da hızla
ilerlemiştir. İnsan hücreleri çeşitli boyut ve şekillerdedir. Bir kan
hücresinin çapı 0,007 mm.’dir. Bir hücre yapısında genellikle bulunan elemanlar
şunlardır. Hücreyi sınırlandıran dış zar sitoplazma ve nukleus (çekirdek)
çekirdekte çevre zarı, nukleoplasm, nukleol ve seks kromatinleri bulunur.
Sitoplazma; kalıp teşkil eden endoplazmik retikulum,
mitokondriumlar, lizozomlar, gorki cihazı, ribozomlar ve sentriollerden
ibarettir.
Hücre zarı; protein, karbonhidrat ve yağ moleküllerinden
yapılmış olup, canlıda devamlı hareket halindedir. Hücreye girip çıkan kimyasal
maddeleri kontrol eder, dış yüzünde kendini belirleyen antijenler vardır.
Hücre içindeki, nukleus’un dışında kalan tüm materyale
sitoplazma (hücre sıvısı) denir ve bunun elektron mikroskobunda, birçok belirli
tübüler, dairesel ve benzeri yapıdan ibaret olduğu görülür ki, bu yapıya
endoplazmik retikulum adı verilir. Bu esas yapının bazı kısımları da
belirlenmiştir. Görevin ne olduğu bilinmeyen gorgi cihazı, protein senteziyle
ilgili olan RNA’yı ihtiva eden ribozomlar, metabolizmanın gerçekleştirdiği
mitokondriyumlar, görevi pek bilinmeyen lisozomlar ve hücre bölünmesiyle ilgili
olan sentrioller, nukleus zarının içinde nukleplazma bulunur ki onda da bir RNA
yoğunlaşması olan nukleol vardır. nukleus’un geri kalan kısmı hücre bölünmesi
ve bundan ötürü hayatın esasını tayin eden DNA adlı maddeden ibarettir.
Her hücre, görevine
uygun bir farklılaşma gösterir.
DNA: Deoksiribonükleid asit.
Çift heliks teşkil eden uzun bir moleküldür. Hücrenin
protein, enzim yapısı ve kendine benzer yeni bir hücre meydana getirebilmesi
için gerekli elemanları taşıdığından hücre bölünmesinin esasını teşkil eder.
Çift heliks DNA molekülünün son yıllarda keşfi tıpta büyük bir çığır açmıştır.
RNA: Ribonükleik asit.
DNA (deoksiribonükleik asit) içindeki kalıtsal materyal,
bunun aracılığı ile protein yapımına girer, DNA hücre çekirdeğinde bulunur.
RNA, burada kalıtsal faktörleri hücre çekirdeği dışında kalıtsal ve amino
asitlerin protein yapmak üzere bir araya geldiği ribozomlara nakleder.
Bu mekanizma
kalıtımın esasıdır.
GEN: Genetik biliminde, spesifik bir özelliğin
(özelliklerin) kuşaktan kuşağa geçişini kontrol eden faktöre verilen addır. Son
yıllarda bir organizmanın yapı proteinlerinin durum uve hücrelerin yapının,
deoksiribo nükleik asit adı, kimyasal madde aracılığıyla dölden döle
aktarıldığı öğrenilmiştir. Buna göre genin, bu çok uzun spiral şekilli
deoksiribo nükleik asit (DNA) molekülünün kalıtım la ilgili bir bölgesi olduğu
kabul edilmektedir.
İnanın, yukarıda hücre içinde bulunduklarını belirttiğimiz
ve belirtemediğimiz bir çok şeyin ne olduğu, görevi, işlevi nedir derinlemesine
bilinmemektedir. Biz yine de mümkün olduğunca sadeleştirerek basit ve yüzeysel
bir şekilde açıklamaya çalışalım.
Biyolojik yapıya sahip canlıların en küçük parçası, en küçük
birimi, elektro mikroskopla hücreler incelendiğinde, hücre zarını oluşturan
zarın içinde hücre sıvısı denilen sitoplazma, bu sitoplazma içinde yukarıda
isimlerini belirtmeye çalıştığımız birçok parçacı bulunmaktadır. hücre sıvısı
içinde hücre çekirdeği ve bu çekirdeğin içinde DNA; DNA’nın içinde RNA ve
RNA’nın içinde de GEN denilen parçacıkların işlev ve görevleri birbirinden
ayırt edilemeyecek kadar birbirinin içinde ve iç içe bulunmaktadır. fakat
bunların içinde en yaygın bilineni genetik dediğimiz yapımızdır.
Şimdi, hücre yapısının bu durumunu atomun yapısı ile
karşılaştırırsak, hayret edilecek derecede birbirinin aynı olduğu görülür.
Atomun dışında da atom zarı görevini gören bir tabaka, o tabakanın içinde de
nötron ve elektron denilen parçacıklar ve bu parçacıkların etrafında döndükleri
bir çekirdek. Hücredeki gibi, atomun çekirdeğinin içine girdiğimizde de
hücrenin genetik yapısını andıran kuantum parçacıkları. Atomun içindeki o
kuantum parçacıkları da, hücrede olduğu gibi, atomun genetik yapısıdır.
Bunun içindir ki; “MADDELERİN HÜCRESİ ATOMLAR, CANLILARIN
ATOMLARI DA HÜCRELERDİR” diyebiliriz.
Peki, bu atom ve hücre denilen varlıkların etkinliği nedir?
bu etkinlikten biz insanlar nasıl etkilenmekteyiz ve bu etkinlikleri nasıl
kullanıyoruz ve kullanabiliriz?
Öncelikle atomların maden ve madensilerin ilk yapısını,
hücrelerin de biyolojik yapıya sahip varlıkların ilk temel yapıksını
oluşturmaları, etkinliklerin ilk basamağıdır.
Bundan sonra da atom ve hücrelerin etkinlikleri kendi iç
yapılarından kaynaklanan bir durumdur. Daha doğrusu atomun etkinliği çevresel
etkinlikten, yani çevresinde değişim etkinliğinden daha çok, kendi varlığını,
özelliğini korumak üzerindedir.
Osya, hücrelerin içsel yapılarındaki değişim veya oluşumların etkinliği hücrede ve
çevrede değişimlere neden olabilmektedir. Örneğin, hücrenin iç yapısındaki
hareketlilikten oluşan ve dışa da yansıyan titreşimler, biyomanyetik dalgalar
veya frekanslar ki bunlar değişik isimlerle ifade edilseler de esasında hepsi
de aynı şeydir. Biz, hücre varlığında oluşan bu frekanslar içten ve dıştan
gelen etkilenmelerle değişebilmekte ve dolayısıyla çevresine de değişik
etkinliklerde bulunabilmektedir. Örneğin; korku, endişe, kin, nefret, intikam,
sevinç ve sevgi gibi duygu ve düşüncelerimiz, hücresel yapılarımız üzerinde
etkin olabilmekte, bu değişik etkiler değişik frekansların oluşmasına ve
yayınlanmasına neden olabilmektedir. Bunlardan etkilenen hücreler de bu
etkilenişini yayınladığı frekanslarla çevresine aynı şekilde yansıtmaktadır.
Duygu ve düşüncelerimizden etkilenerek yayınlanan frekanslar
da, etkilendikleri bu duygu ve düşünceleri etkilendiği oranda çevresine
yayınlanmaktadır. Hem öylesine yayınlanmaktadır ki, bu, duygu ve
düşüncelerimizin etkinliği de yalnızca hücrelerimizde sınırlı kalmamaktadır.
Bu etkileşim, hücrelerimizin iç yapısındaki DNA, RNA ve
hatta genetik yapılarımıza bile etkileyerek, genetik yapımızın içindeki gizli
şifrelerimizin çözümlenerek dışa çıkmasına, yüzeye vurmasına neden
olabilmektedir.
Bilim, hücremizin yapısı içinde sakladığı özelliklerimizin
ortaya çıkarılması olayına, genetik yapıdaki şifrelerinin çözümlenmesi olarak
açıkladı. ABD başkanı Bill Clinton, bu olayı, “Allah’ın dilini öğrendik”
sözcükleriyle açıkladı ve bu sözde, büyük bilimsel bir gerçeklik vardır. siz bu
olayı veya bu bilimsel bulguyu ister bir doğa olayı, ister bir Allah olayı
olarak kabul edin. Ne şekilde düşünür ve ne şekilde kabul ederseniz ediniz,
hücremizin genetik yapısı içinde akıl almayacak
sırlarımız, gizlenmiş şifre şeklinde bulunmaktadır.
Genetik yapımızın, içinde ki şifrelerimiz gizlenmiş gibi
görünen, aslında hiç de gizlenmiş olmayıp, dışarı çıkmaya hazır vaziyette
bekler bir durumdadır. Genetik yapımızın içinde, duygularımızla birlikte,
resim, müzik, matematik gibi benzeri yeteneklerimiz ve sağlığımızla ilgili
durumlarımız binler ve binlerce, hatta milyonlarca özelliklerimiz şifre halinde
bulunmaktadır. genetik yapımızı çok kaba, çok geniş ve çok pratik bir şekilde
şöyle bir örnekleme ile açıklayabiliriz. Hücresel yapımızı ve yapının içindeki
DNA, RNA ve genetik yapımızı dünya dediğimiz yer küremize veya geniş bir toprak
parçasına benzetelim. Bu toprağın altında bilemediğimiz birçok zenginlikler
bulunmaktadır. düşünebildiğiniz bütün madenlerin, petrolün ve benzeri başka
cevherlerin varlığını düşünün. Yer altındaki bu cevherler ancak o cevherlerin
varlığını algılayabilen aparatlarla bilebiliyoruz. Yer altındaki o cevheri yer
yüzüne çıkarmaya uygun aparatların, makinelerin kullanılması gerekiyor. Ancak,
uygun aparatlar, makineler kullanarak o cevheri yer yüzüne çıkarabiliriz. İşte
hücre yapımız içindeki DNA’larımızı RNA’larımızı ve genetik yapımızda toprak
altındaki cevherlere benzetebiliriz.
Toprak altındaki cevherleri yer yüzüne çıkarmakta kullanılan
uygun aparat ve makineler ise, hücre yapımız içindeki DNA, RNA ve genetik
yapılarımız içindeki cevherlerimizi de yer yüzüne çıkaracak olan da o cevhere
uygun yayınlayacağımız frekanslardır. Bu uygun frekansları da oluşturan
düşüncelerimiz ve o yöndeki çalışmalarımızdır.
Düşüncelerimiz, sismik araştırmalarda kullanılan manyetik ve
elektromanyetik özelliğe ve etkinliğe sahiptir. Biz ne düşünüyorsak, beynimiz o
düşüncelerimize uygun frekans yayınlar. Yayınlanan bu biyomanyetik
dalgalarımız, yani frekanslarımız bizim dışımızda yayınlanan eş değerdeki
frekansları algılayarak değerlendirir. Bu durumu, parapsikolojideki Radyestezi
olayına (uygulamasına) benzetebiliriz.
Aynı durumu tıp biliminde kullanılan ultraviyole ışınlarına
da benzetebiliriz. Ultraviyole ışınlarını hasta olduğumuz organımız
üzerine yönelterek o organdaki
hastalıkları nasıl tedavi ediyorsak, beyin dalgalarımızı da ultraviyole
dalgaları gibi hasta organımız veya hastalığımız üzerine yoğunlaştırarak
gönderiyoruz. Ve böylece o organdaki hastalığımızı veya hastalıklarımızı tedavi
edebiliyoruz.
Düşüncelerimiz iki tarafı da keskin bir bıçak gibidir.
Düşüncelerimizin etkinliği, onu hangi biçimde, hangi yönde kullandığımıza
bağlıdır.
Biz, olumlu düşünüyorsak yayınladığımız frekanslar da
olumlu, olumsuz düşünüyorsak, frekanslarımızda olumsuz etkiler. Denemesi
bedava. Bunu bizzat kendi üzerinizde deneyebilirsiniz. Örneğin, en sağlıklı
olduğunuzu bildiğiniz organınız üzerinde bir hastalık düşünün. En kısa zamanda
düşündüğünüz şekilde o organınızın gayet sıhhatli, sağlıklı, sağlam olduğu
düşüncesine yoğunlaşın. Hasta olan o organınızda iyileşme olduğunu hissedecek
ve göreceksiniz. Basın yoluyla olsun, çevrenizde görme veya duyma yoluyla
olsun, tıp biliminin yetersiz kalıp, “artık düzelmez” dedikleri hastaların
hastalıklarını bir çok insanın sadece inanç gücüyle yenerek iyi olduklarını
duymuş, görmüş, okumuş olabilirsiniz. Yalnız burada düşünme gücüyle diyorsak
şüphesiz bu düzelme yalnızca saf ve yüzeysel bir düşünceyle olacak bir iş
değildir. Öncelikle “düşünme” dediğimiz olayın “inanç” kuvvetinde olması ve bu
arada beslenme ve yaşam koşullarında da dikkat edilmesi gerektiği inancındayız.
Yalnız burada önemle dikkat edilmesi gereken husus, düşüncelerimizin yüzeysel
değil, inanç düzeyinde derinlemesine olması gerektiğidir. Ancak, bu şekilde
olunca, yani düşüncelerimiz inanç
gücünde olunca etkili olabilir. lütfen, düşündüklerinizi ve hafızanızı
biraz zorlayınız, inanç gücüyle yapılan, elde edilen başarıları bir anımsamaya
çalışınız. Bu başarılar sağlık, spor veya çalışma alanları gibi değişik
alanlarda olabilir ve olmaktadır.
Peki, düşüncelerimiz ve inançlarımız ne gibi bir etkinliğe,
güce ve işleve sahip bulunmaktadır ki, hücrelerimizin iç yapısına kadar
işlemekte ve etkin olabilmektedir?
Bilimsel bir araştırmaya göre düşüncelerimiz bir saniyenin
dörtte birinden daha kısa bir zamanda, 13 salisede kan hücrelerimiz üzerinde
etkili olduğu saptanmıştır.
Korktuğumuzda, heyecanlandığımızda, sevindiğimizde ve buna
benzer duygu ve düşünceler içinde olduğumuzda lütfen vücudunuzda oluşan
değişimleri bir düşünün.
İşte, bu ve buna benzer duygu ve düşüncelerimiz yalnızca kan
hücrelerimizi değil, aynı zamanda bütün hücresel yapımızı da etkilemektedir. Örneğin,
duygusal olduğunuz anlarda kalp atışlarınızdaki değişimi dikkate alınız.
Düşünce ve inançlarımız, düşünce ve
inanç yapısına göre bir frekans yayınlamaktadır. Bu düşünce ve inanç
frekanslarımız bedenimiz içinde kendine uygun frekanslarla birleşerek etkin
hale gelebilmektedir. Bu etkinlik hücre yapımız içindeki DNA, RNA ve genetik
yapımıza kadar etkili olabilmektedir.
Konuyu, yani düşüncelerimizi yalnızca tıbbi yönden ele
alırsak, düşüncelerimiz olumsuz yönde ise vücudumuz ve hücrelerimiz üzerinde olumsuz
etkinliklerde bulunarak hastalığımız veya hastalıklarımızın artmasına neden
olmaktadır. Düşüncelerimiz olumlu yönde ise, düşünce frekanslarımız olumlu
yönde etkileyerek hastalık veya hastalıklarımızı yenmemizde etkili olmaktadır.
Peki, hücre yapımız içindeki bu DNA’lar, RNA’lar ve genetik
yapımız nedir, nereden gelmektedir? Genetik yapımız içinde olduğuna ve dini
inançlarda da varlığına inandığımız “KADER” denilen olayla bağlantısı nedir?
bütün bunlar nasıl oluşmuş veya oluşmaktadır?
Hücre yapımız içinde
bu DNA, RNA ve genetik yapımızın bizim geçmiş ve gelecek yaşamımızla bir ilgisi
bir bağlantısı var mıdır, varsa bu bağlantı nereden gelmektedir?
Peki, bütün bu oluşumların din ve Allah dediğimiz inançla
bir ilgisi bir bağlantısı var mıdır?
Öncelikle ve samimiyetle şunu belirtmeliyim ki, hücre
yapımızın içindeki bu DNA’ların RNA’ların ve genetik yapımızın ne olduğu, bu
varlıkların, bu oluşumların nereden geldiğini bugün bilim de bilmemektedir. En
azından ben böyle biliyorum.
Hücre yapımızın içinde var olan DNA, RNA ve genetik yapımız
ve onların işlevleri bu işlevlerin etkinlikleri nedir? bunlar nereden
kaynaklanmaktadır, kaynağı nedir,bunları bu günün bilimiyle açıklayamıyoruz.
Fakat, bütün bunların varlıklarını biliyoruz. Bunların üzerinde bilimsel araştırmalar
yapıyor, şifrelerini çözümlüyoruz ve bu güne dek bilinmeyen birçok şeyi bilinir
hale getiriyoruz. Fakat, varlıklarını bildiğimiz ve üzerlerinde bilimsel
araştırmalar yaptığımız atomun içindeki kuantum parçacıklarının, hücredeki DNA
ve genetik şifrelerinin öz kaynağının nasıl oluştuklarını bilemiyoruz.
Ama, binler hatta milyonlarca bilginin, şifrenin, DNA veya
genetik denilen gözle değil elektro mikroskopla bile zor görülen bu
parçacıkların içine bu bilgiler nasıl sağdırılmış, nasıl depo edilmiş, akıl sır
erecek gibi değil!... İşte bunları bilemiyor, bunları çözemiyoruz.
Peki, DNA’larımızın ve genetik yapımızın içinde şifreler
halinde bulunan ve yüzeye çıkarılan, sağlığımızla veya yeteneklerimizle ilgili
olsun, bu bulguların dini inançlarda inanılan “kader” denilen inançla ilgisi ve
bağlantısı var mıdır? Varsa, bu bağlantı nedir?
Dini inançlarımız içinde “külli irade, cüzi irade” yani,
büyük irade küçük irade diye tanımlanan inançla birlikte, “kaderini insanlar
kendi yaratır” şeklinde de bir inancımız vardır. şimdi bu sözcüklerin ifade
ettiği anlamlarını hücrelerimizin yapısı üzerinden açıklamaya çalışalım.
Öncelikle, hücre yapımızın içinde bulunan ve bütün
özelliklerimizi hatta geleceğimizi ve geçmişimiz üzerinde etkili olan bu DNA,
RNA ve genlerin tesadüfen, rast gele olabilmesi mümkün müdür? Bu oluşumu
tesadüfen meydana gelen bir tabiat, bir doğa olayı olarak kabul edebilir miyiz?
Bunları tesadüfen oluşan bir tabiat, bir doğa olayı olarak kabul edersek,
tesadüfen oluşan bir olayın milyonlarca yıldan beri hiç şaşmadan, hiçbir
değişime uğramadan oluşması ve devamlılığı mümkün müdür? Mümkündür dersek bu mantıklı ve akılcı olur mu? Siz bu
soruları düşünürken, biz konuyu dinsel inançlar açısından da açıklamaya
çalışalım.
Hücremizin içine bu DNA, RNA ve genetik yapımızın
yerleştirilme olayına külli irade yani büyük irade diyelim. İşte biz insanlar
tarafından düşünce ve inanç gücümüzle hücre yapımızın içindeki DNA, RNA ve
genetik yapı içinde var olan bize özgü özellik ve yeteneklerimizi, düşünce ve inançlarımızla
yüzeye çıkararak onları kullanır, uygulanır hale getirmeye de cüzi irade, küçük
irade ve halk deyimiyle “kader” demekteyiz. Yani, “kaderini insanlar kendileri
yaratırlar” sözüyle ifade edilmek, anlatılmak istenen bizce budur.
Kısacası, DNA, RNA ve genetik yapımızın içinde var olan
yetenek, kabiliyet ve özelliklerimizin yaşamımızda uygulanır hale dönüşmesi
kendimize bırakılmıştır. Yalnız bizim bunları, yani kendi hücresel yapımız
içindeki genetik yapımızda var olan özelliklerimizi, yetenek ve kabiliyetlerimizi
yüzeye çıkarıp uygulanır hale dönüştürebilmemiz için, öncelikle bunlar üzerinde
düşünmemiz, düşünmemizin de üstünde buna bilinçli bir şekilde inanmamız
gerekir.
Bu durumu, şöyle
basit anlaşılır bir örnekle açıklayalım:
Yer altında 1500 metre derinliğinde petrol veya değerli bir
başka cevherler olduğunu düşünelim. Bu petrolü veya değerli cevherleri
çıkarabilmemiz için ne yapmamız gerekir. toprak altına en azından 1500 metreye
inmemiz gerekir. 1500 metreye inmezsek o petrolü ve cevherleri yer yüzüne
çıkaramayız ve kullanamayız. İşte genetik yapımız içinde gizli vaziyette
bulunan yeteneklerimiz ve özelliklerimiz de yer altındaki petrol veya
cevherlere benzer. Kendi kişisel yeteneklerimizin, cevherlerimizin yüzeye çıkıp
kullanılabilir hale gelebilmesi için; düşüncelerimizin, inançlarımızın o konuda
güçlü ve kuvvetli olması gerekir. yoksa yalnızca düşünmek, özellikle yapıcı
etkinlikte değil de yüzeysel olan düşünmek, o cevherin bulunduğu yere
inemeyeceği için etkin olamayacaktır. Yani, yer altında 1500 metre de bulunan
cevher için biz ancak 1200 metreye kadar inebiliyorsak, o cevhere ulaşamayız ve
onu yeryüzüne çıkaramayız.
Bu gibi durumlarda birçok insan, “ben de düşünüyorum ama bir
netice elde edemiyorum. Demek ki yalnızca düşünmekle bu işler olmuyor” diyerek,
düşünme eylemine inanmamakta ve hatta karşı çıkmaktadır.
Yalnızca düşünmek elbette yeterli değildir. Öncelikle
düşünmek denilen eylem yüzeysel değil, inanç derecesinde güçlü bir düşünce
olmalıdır. bununla birlikte düşüncelerinizin ve inançlarınızın oluşması için
gerekli çalışmaları da yapmamız gerekir. yoksa ben düşünüyorum ve inançlıyım
deyip bu uğurda hiçbir şey yapmadan yan gelip yatmak, yattığımız yerden
düşüncelerimizin oluşmasını istemek yeterli değildir. Örneğin, en basit olarak
diyelim ki ben, bir kitap yazmak, bir eser vermek istiyorum. Elime kalemi
kağıdı almadan, düşüncelerimiz doğrultusunda yazı yazmadan, sırf düşünüyorum
diye eser oluşur mu? Yeteneklerinizin, cevherinizin var olduğunu bilmek, onları
yeryüzüne çıkarmakta da yeterli değil. Çünkü, onların işler hale gelmesi için
onlar üzerinde çalışmak gerekir. istediğin kadar cevhere sahip ol, o cevheri
işlemezsen o cevherle kendiliğinden oluşmaz, bir şeyler ortaya çıkmaz. O
cevherleri işleyerek bir şeyler yapmak, ortaya bir şeyler çıkarmak sizin
yapacağınız bir şeydir.
Örneğin, bir çiftçi tarlasını sürer ve ne yetiştirecekse
onun tohumunu eker. Fakat ektiği tohumun yetişmesi, oluşması için gerekli
bakımı ve gerekli işlemleri yapmazsa, o tarladan istediği mahsulü alamaz.
İnsanın genetik yapısı ile sahip olduğu yetenek ve özellikler de böyledir. O
yetenek ve özelliklerin oluşması için gerekli çalışmaları yapmazsanız, o
yetenek ve özellikler ortaya çıkmaz ve dolayısıyla hiçbir işe yaramaz.
Friedrich SCHİLLER’in şu sözünü hiçbir zaman unutmayalım ve
bilimsel olarak inceleyelim. “Şans diye bir şey yoktur, bize tümüyle rastlantı
gibi görünen şeyler, kaderin en derinliklerindeki kaynaktan fışkırır”. Bu
kaynak DNA, RNA ve genetik yapımızdır.
Allah inancına bağımlı olarak, “kader” dediğimiz oluşumlar,
yine, Allah tarafından yapımızı oluşturan atom ve hücrenin içine yerleştirilmiş
durumdadır. Bu yerleşim; atomlarda kuantum parçacıkları, hücrede genetik
şifreler şeklindedir. Bize düşen beynimizin yapısını oluşturan bu atom ve
hücrelerimiz içine yerleştirilmiş özelliklerimizi yüzeye çıkarak kullanmaktır.
İşte o zaman kaderimizi elde etmiş oluruz.
Hücre yapımızın içinde bulunan atomla, hücrenin işlevleri
öylesine birbiriyle kaynaşmış ve öylesine özdeş halde bulunmaktadır ki, hangi
işlem hangisine aittir ayrımını yapmak imkansız denecek durumdadır. Ancak, atom
ve hücreyi birbirinden kesin bir şekilde ayırdıktan sonra işlevlerini ayrıt
etmek mümkün olabilir. fakat, yinede atom içindeki kuantum parçacıklarının
işlevleri ile, hücre yapımız içindeki genetik yapımızın şifrelerinin işlevleri
ayırt edilemeyecek kadar birbirine yakındır. Hattâ iç içedir.
Fizik dalında bilimsel araştırmalarıyla en büyük bilim ödülü
olan “Nobel” kazanmış fizikçiler, atomun iç yapısında meydana gelen oluşumları
ve özellikle kuantum parçacıkları hakkındaki bilimsel açıklamalar,
birbirlerinin buluşlarını tamamlar durumdadır.
Örneğin; James Maxwel, atomların oluşturduğu
elektromanyetizma oluşumlarını, fizik kanunları şeklinde formüle etti. Bu
buluşa göre ışık, elektromanyetik bir dalgaydı.
Örneğin; Philippe Lenard, Atom elektronlarının foto-elektrik
olayındaki rolünü, etkinliğini ortaya koydu.
Örneğin; Albert Einstein; fizikçiler arasında ışığın dalga
olayı mı, yoksa parçacık olayı mı olduğu üzerindeki ayrım ve tartışmaları ortadan
kaldıracak şekilde, bilimsel olarak ışığın hem dalgacık hem de parçacık
karakterinde olduğunu ortaya koydu.
Atom çekirdeğinin içindeki parçacıklara Kuant kavramını ilk
kez Max Planch kullanmıştır. Albert Einstein’de bu kuant kavramını Foton kavramı
ile eşdeğer anlamda kullanmıştır. Çünkü Kuant’ta Foton’da ışık veren ve ışık
tanecikleri taşıyan parçacık olarak tanımlanmaktadır.
Foton için “optik kuant” kavramı da kullanılmaktadır. Çünkü,
fotonlar aynı zamanda elektromanyetik kuvvetlerin etkileşim partikülleri olarak
kabul edilmektedir.
Bu açıklamaları topluca analiz ederek açıklarsak: Atomlardan
kuant parçacıkları ile ilgili parçacık-partikül teorisi ve buna bağlı olarak
Dalga teorisi; ışık parçacıklarından meydana gelen bir oluşumdur. Bu parçacıklar
bazı açılardan da dalga gibi davranır sonucu elde edilir.
Peki bunların, Din ve dini inançlarla bağlantısı nedir?
Bir insanın bedensel yapısının 60 ile 100 trilyon hücreden
oluştuğu bilimsel olarak ortaya konmuştur. Biz, bu rakamı ortalama 80 trilyon olarak
kabul edelim.
Hücre yapımızın içinde atomlar bulunmaktadır. atomlar
diyorum çünkü bir hücrenin içinde birden fazla atom bulunabilmekte, fakat bir
hücrede kaç atom olduğu kesin bir rakamla bilinememektedir. Daha doğrusu, ben
öyle biliyorum.
Bu ne demektir?
Bu, bir insan bedeninde trilyonlarca, algılayan, depo edip
arşivleyen gizli kamera var demektir.
Kesin olarak bildiğim, insan vücudunda hücre yapısından çok
daha fazla atomun bulunmasıdır. Eğer, vücudumuzda hücre yapımızdan daha fazla
atom varsa, bu, vücudumuza hücrelerden daha çok atom yapımızın egemenliği söz
konusudur. Atomun egemen olması da, atom yapısındaki kuantum parçacıklarının
egemenliği demektir. Kuantum parçacıkları da, yalnızca fiziksel özelliklere
sahip olmayıp, aynı zamanda Kur’an da birçok ayette belirtilen Allah’ın bizlere
şah damarımızdan daha yakın ve içimizde varlığını yansıtan bir yapıya sahip
olduğunu da ortaya koymaktadır.
Bu gereğinde, atom ve hücre denilen gizli kameraların,
algılayıp depo ederek arşivledikleri bilgileri ortaya koyabilme özelliğine,
işlevine de sahip bulundukları demektir.
Bu, Kur’andaki birçok ayetin bilimsel olarak açıklanması ve
bilimsellik kazanması demektir.
Örneğin; “Kur’an, tabiat kanunları için Allah’ın ilahi
kanunlarıdır” diyor.
Fetih
suresi 48/23
Lütfen bu ayetin üzerinde bilimsel olarak düşününüz.
Tabiatı oluşturan atom ve hücre yapısı ile ne anlatılmak
istendiği ve ayetle olan uyumu ve örtüşmesi üzerinde çok, hem de çok düşününüz.
“Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, onların yanından
hiç düşünmeden, yüz çevirerek geçerler”.
Yusuf
sureti 10/105
“Biz onlara ayetlerimizi ufuklarda (dış dünyada) ve kendi
içlerinde (iç yapılarında) göstereceğiz”.
Fussilet
suresi 41/53
“Biz her şeyi nezdimizde (huzurumuzda) bulunan bir düzene,
bir plana göre yarattık!”
Kamer
suresi 54/49
“Gece ve gündüz tesbih ederler, hiç ara vermezler. Onlar
için ibadet tabii ve aralıksızdır”.
Enbiya
suresi 21/20
Burada bütün varlıkların yapısını oluşturan Atom ve hücrenin
iç yapısındaki hareketlilik Allah’ı tesbih (ibadet) olarak anlatılmış olmuyor
mu?
“Nerede olsanız o sizinle beraberdir. Çünkü size hayat veren
ruhunuz o’na bağlıdır. Allah yaptıklarınızı görmektedir”.
Hadid
suresi 57/4
“Nihayet ora.a vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri
yaptıkları hakkında aleyhlerine ve lehlerinde şahitlik edecektir”.
Fussilet
suresi 41/20
Dikkat ediniz, yalnızca ellerimiz, ayaklarımız ve
derilerimiz değil atom ve hücreden oluşan bütün organlarımız şahitlik
edecektir.
“Göklerde ve yerde onları bilir, gizlediğiniz ve açığa
vurduğunuz şeyleri de bilir. Allah, göğüslerin özünü bilendir”.
Tekabün
suresi 64/4
“Sözünü açık söylesen de, gizli söylesen de, muhakkak o
gizliyi de ondan daha gizlisini de bilir”.
Taha
suresi 20/7
“Rabbin, gökte ve yerde konuşulan her sözü bilir. O’ndan
gizli kalan hiçbir şey yoktur. O işitendir, bilendir”.
Enbiya
suresi 21/4
“Siz, açıklasanız da, gizleseniz de, biz sizin kalbinizden
geçenleri biliriz”.
Mülk
suresi 67/13
“Siz, yaptıklarınızın gizli kalacağını mı sanıyorsunuz? Biz
sizin düşündüklerinizi biliriz”.
Nahl
suresi 16/19
Kur’an bir çok ayetin sonunda insanları; “siz hiç düşünmez
misiniz? Siz hiç akıl etmek misiniz?” mealinde ayetlerle defalarca
uyarmaktadır. Yani Kur’an, karşısında düşünen, akıl yürüten insanlar
istemektedir. Kur’an, bilen insanla bilmeyen insanı, yani bir başka deyişle
bilgili insanla bilgisiz insanı ayna derecede değerlendirmeyeceğini açıkça
belirtmektedir.
Örneğin;
“Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” Zümmer
suresi 39/9
“Allah, aklını kullanmayanların üstüne belalar yağdırır”. Yunus suresi 10/100
“Allah’a ancak bilgin kulları gereğince saygı gösterir”. Fatır suresi 35/28
“And olsun, biz Kur’anı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık.
Düşünen öğüt alan var mı hiç?”
Bakın Kur’an, insanları uyarmaya nasıl devam ediyor?
“Allah, kullarının her halini haber alandır, görendir.” Fatır suresi 35/38
“Dilediğinizi yapın o, yaptıklarınızı görmektedir.” Fussilet suresi 41/40
“Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gizlisini bilir, Allah
yaptıklarınızı görmektedir”.
Hucurat
suresi 49/18
Allah’ın Kur’anda belirttiği gözetlenmek her şeyi bilmek
olayı, kalbimizden geçenleri, beynimizdeki düşünceleri bile olayıdır. Şüphesiz
bunların hepsi beden yapımızı oluşturan ve birer gizli kamera gibi çalışma
özelliğine sahip bulunan atom ve hücre yapımız sayesinde olmaktadır.
Bakın Kur’an biz insanları nasıl uyarmaktadır.
“Göğü yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık.
Bunlar bir tesadüf eseri değildir, bu inkar edenlerin zannıdır”. Sad
suresi 38/27
“Bizim sizi boş yere bir oyun bir eğlence olarak
yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi (hesap
vermeyeceğinizi) mi sandınız” mümin
suresi 21/115
Hele insanlara meydan okurcasına ve onları açıkça bilime ve bilimsel
araştırmaya davet eden şu ayeti defalarca dikkatle okuyunuz ve gerekli bilimsel
araştırmayı yapınız.
“Neden Kur’anı dikkatle incelemiyorlar?
Yoksa akılları üzerinde kilitler mi var?”
Muhammed
suresi 47/24
Bedensel yapımızı oluşturan atom ve hücre yapımız, bizim
doğumumuzdan ölümümüze dek, kendi yapısına, daha doğrusu bizim yapımıza uygun
bizi yansıtan frekans yayınlar. Yayınlanan bu frekanslar, bizim ölümümüzden
sonra olmamakta, sonsuza dek varlığını korumaktadır.
Bunun içindir ki…
Hazreti İsa; “Taş taş üstünde kalmayacak, ama hiçbir
konuşmanız yok olmayacaktır” demiştir.
“Rabbim, gökte ve yerde konuşulan her sözü bilir. O’ndan
gizli kalan hiçbir şey yoktur. O işiten, bilendir”.
Enbiya
suresi: 11/4
“Siz, açıklasanız da, gizleseniz de, biz sizin kalbinizden
geçenleri biliriz”.
Mülk
suresi: 67/13
“Siz, yaptıklarınızın gizli kalacağını mı sanıyorsunuz? Biz
sizin düşündüklerinizi biliriz”.
Nahl
suresi: 16/19
Kur’an da yer alan bu ve buna benzer ayetleri nasıl
algılayabilir ve nasıl açıklayabiliriz?
ATATÜRK’ÜN ÖNGÖRÜŞÜ:
Bütün bu oluşumlar, atom ve hücre yapımızdan bizim
kontrolümüz dışında yayınlanan ve bizim varlığımızı yansıtan frekanslar
sayesinde olmaktadır.
Yalnızca bir kumandan ve devlet adamı değil, aynı zamanda büyük
bir düşünür ve bilge kişi olan “ATATÜRK” bakın, 1936 yılında Profesör Afet
İNAN’a bu konudaki düşüncelerini nasıl açıklıyor? Profesör Afet İnan,
Atatürk’ün bu sözlerini “Atatürk’ten Hatıralar ve Belgeler” isimli kitabında
yayınlamıştır.
“Tabiatta bilirsiniz ki hiçbir şey yok olmaz, ne bir ses, ne
bir söz, ne bir hareket… Oldukları çağ ne kadar eski olursa olsun, bütün bu
oluşlar oldukları andaki gibi tabiat içindedirler. Bu dalgalanmada zaman ve
mesafe mefhumu yoktur. Yarın, bizi saran tabiat unsurları içinde binlerce ve
binlerce sene evvel söylenmiş sözleri olduğu gibi toplayıp tespit etmek
imkânına elbette varılacaktır. Tabiatın bu gün için esrar dolu sinesine
gireceği muhakkak olan insan zekâsı, beklenen hakikatleri ortaya koyacaktır.
Çünkü, tarih belgelerinin ilerdeki keşifleri buna dayanacaktır. Her tarihi
şahsın söylediği sözler toplanabilecek ve böylece biz onları kendi seslerinden
ve sözlerinden dinleyeceğiz” demektir.
Atatürk’ün bu düşüncelerini, Kur’an da belirttiğimiz ve
belirtemediğimiz bu yöndeki ayetlerle birlikte, özellikle elektromanyetik
alandaki teknolojik bulguların nasıl birbirini tamamladığını lütfen dikkatle
inceleyiniz. Ayrıca, bizim burada belirtemediğimiz bu ve buna benzer ayetlerle,
teknolojik bulgular ve uygulamalar üzerinde bilimsel olarak düşününüz ve
bilimsel araştırmalar yapınız. İnanın, bizim düşünüp burada belirtemediğimiz
daha birçok derinliklere, gizliliklere ve bilinmeyenlere ulaşacaksınız.
Atatürk’ün bu sözleri ile elektronik ve elektromanyetik
sistemle çalışan son teknolojik bulguları ve uygulamaları da dikkate alarak,
bunların üzerinde düşününüz.
Örneğin, görüntülü cep telefonları ile bilgisayar üzerinde
düşününüz. Küçücük bir cep telefonu veya bir bilgisayarla dünyanın neresinde
olunursa olunsun, karşılıklı konuşur gibi birbirinizi görerek
konuşabilmektesiniz. Buna bir de televizyon yayınlarını ekleyin.
Bu iletişim olayı nalsı gerçekleşmektedir?
Bu ve buna benzer bütün iletişim olayları uydu aracı ile
uydu sistemi ile olmaktadır. Dünyamızdan binlerce kilometre uzağa atılan
uydularla dünyamızdaki iletişim sağlanmaktadır. Bu iletişimin sağlanma olayı da
birkaç saniye içinde olmaktadır. Atatürk’ün sözleri ile, yalnızca iletişim ve
haberleşme alanında kullanılan teknolojiyi değil, belirttiğimiz Kur’an’daki
ayetlerle bağlantı kurarak birlikte düşününüz ve değerlendiriniz.
“Göklerde ve yerde inanmak isteyenler için ibret dolu
mesajlar vardır”
Casiye
suresi: 45/3
“Her şey Allah’ın plânı, idaresi ve ilmi dahilinde
gerçekleşmektedir”
Maide
suresi: 5/57
“Gayb (bilinmeyen) aleminin, bilgi alanı dışındaki güçlerin
ve imkânların anahtarı, şifreleri Allah’ın elindedir. Anahtarı, şifreleri
O’ndan başkası bilmez. Karada, denizde ve havada ne varsa O bilir. O’nun
bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıkları içinde tek bir
taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru (hücre ve atom) canlı ve ölü ne varsa, hepsi, her şey doğruları, hak’ı ortaya koyan
kâinatın kayıp sicilinde Kanunlar ve İlkeler kitabında bilgi işlem merkezinde
(Levh-i Mahfuzda) yazılıdır.”
Enam
suresi: 6/59
Buradaki açıklamaları lütfen bir bütün olarak ele alın ve
bütün olarak değerlendirin.
Özet olarak; Atatürk’ün açıklamalarından başlayarak cep
telefonları, televizyonlar ve bilgisayarlardaki Internet ve karşılıklı
görüşmeleri sağlayan sistemleri, yukarıdaki ayetlerle birlikte düşünüp
değerlendiriniz. Bu değerlendirmeden bir sonuç elde etmek istiyorsanız. Adına
doğa dediğimiz, tabiat kanunlarını ve bu kanunların değişmez, şaşmaz işleyiş sistemini
inceleyiniz. Bunu inceleyebilmeniz için de, tabiat varlıklarının temel yapısını
oluşturan atom ve hücrenin iç yapısına giriniz. Hücre yapısı içindeki DNA, RNA
ve genetik yapının özüne ve işleyişine, atomun iç yapısındaki nötron, elektron,
pozitron ve çekirdek, çekirdeğin içinde kuantum parçacıklarını inceleyiniz.
Bunların hepsi doğa, taibat denilen sistemin işleyiş kanunlarını
oluşturmaktadır. Bütün bu oluşumları da Kur’an, bakın ne kadar kısa, açık, öz
ve veciz bir şekilde açıklamaktadır:
Kur-an: “tabiat kanunları için Allah’ın İlâhi Kanunları”
demektir.
Fetih
suresi: 48/23
Daha ne söylenilsin, daha nasıl açıklansın?
“Anlayan için sivri sinek saz, anlamayan için davul zurna
az…”
Daha ne söylenebilir ki!...
Buraya kadar yazdıklarımızın ve yaptığımız açıklamaların
dikkate alınarak, sizleri haddim olmayarak, bilimsel düşünmeye, bilimsel
araştırmaya ve bilimsel değerlendirmeye davet ediyorum.
Evrende bütün varlıkların temel taşı olan atom ve hücreyi,
isterseniz ayrı-ayrı, isterseniz ikisini birlikte birleştirerek, özleştirerek
ele alınız. İnsanlar, yani bizler, atomun ve hücrenin iç yapılarından
kaynaklanan manyetik ve biyomanyetik dalgalarla, yani oluşturdukları
frekanslarla, Allah denilen varlıkla ilişki kurmakta, O’nunla iletişim içinde
olmaktayız. Bu işin olasılığı üzerinde düşününüz.
Kısaca; Atomu, yapısı içindeki kuantum parçacıkları ile
yayınladığı frekanslarla hem kendisinin hem de bizlerin Allah ile bağlantımızı,
iletişimimizi sağlamaktadır.
Beden yapımızı oluşturan Allah ile kulları arasındaki atom
ve hücrelerimizin bizi yansıtan frekanslarımız aracılığıyla Allah ile Allah
insanlarla bağlantı ve iletişimini kurmaktadır. Bağlantı ve iletişim olayını
biz böyle görüyor ve böyle açıklamaya çalışıyoruz.
Bundan sonraki değerlendirmeyi sizlere bırakıyorum.
Sonuç olarak:
Bazı çevreler atomu cansız, hücreyi canlı varlık olarak
kabul etmektedirler. En büyük yanılgımız ve aldanışımız buradadır. Lütfen,
şöyle bir varlık düşünün. İçinde akıl almaz bir hız ve hareketlilik ve yine
akıl almaz bir enerji bulunsun. İçinde hareketlilik ve enerji bulunan bir varlığı
cansız olarak kabul edebilir misiniz? Eğer kabul ederseniz bu akılcı ve
bilimsel olur mu? Oysa hücre yapısının canlılık özelliği başka, atom denilen
varlığın canlılık özelliği başka görünümdedir.
Bu iki farklılığın özde birleştiğini, bütünleşip özdeşleştiğini
neden göremiyor ve kabul edemiyoruz. Ne zaman ki bilim atom ve hücre ikilisinin
özde birleştiğini görecek ve bilimsel araştırmalarını ve anlayışla yapmaya
başlayacaktır. İşte o zaman insanlığın önünde yepyeni bilim kapıları açılacak
ve insanlık yepyeni bilimsel sonuçlara ulaşacaktır.
Örneğin; bu günkü bilim düzeyinin yetersizliğinden,
fizikötesi,bilimdışı metafizik denilen birçok olay ve oluşumların hiç de
sanıldığı gibi fizikötesi, bilimdışı ve metafizik olaylar olmadığı ortaya
çıkacaktır. Tam aksine bunların hepsinin bilimsel birer olay ve oluşum
oldukları anlaşılacaktır.
İşte o zaman insanlar, din ve Allah varlığına bilimsel
yollarla ulaşacak ve bilimsel olarak inanacaktır.
Tıpkı kur’an’da belirttiği gibi;
“Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?”
Zümer
suresi: 39/9
“Allah’a ancak, bilgin kulları gereğince saygı gösterir.”
Fatır suresi: 35/28
DİN’İN BİLİMSEL
KAYNAĞI KUANTUM OLABİLİR Mİ?
Bilim ve bilimsel bulgularla dinin nasıl iç içe olduğunu
görebilmemiz ve daha iyi anlayabilmemiz için lütfen “Nano Teknoloji ve Beden
Yapımız” yazısını biraz daha dikkatle okuyunuz.
NANO TEKNOLOJİ VE
BEDEN YAPIMIZ
Nano teknoloji ile bilim alanında akılların alamayacağı
gelişmeler elde edilmektedir. Çağımıza verilmiş olan bir çok isimler içinde
bence en uygunu “Nano Teknoloji Çağı” denilmesi hiç de yadırganacak bir isim
olmayacaktır.
Nano teknoloji; Teknoloji de inilebilen en küçük boyuttaki
bir uygulama, yani teknolojinin en küçük boyuta indirgenmesidir.
Öylesine ki, nano teknoloji mikrobik boyutlara indirgendi.
Nano teknolojinin indirgenebildiği ve uygulandığı bu boyutlara ve alanlara
bakarak ona “hücre, atom” veya “genetik, kuantum” teknolojisi denilmesi de
mümkün müdür?
Şimdi dikkatinize nano teknolojiden iki örnek vermek
istiyorum.
Sizden ricam, bu uygulamaları dikkate alarak nano
teknolojisinin açabileceği yeni ufukları düşünmeniz ve hayâl etmenizdir.
1.
“Nanomedicine”
(Cumhuriyet Bilim, 16 Mart 2007, Sayı: 1043)
“Vücudu zerk edilen nano parçacıklarla hastalara daha etkin
tedavi geliştirilmektedir. Kan damarlarının çeperlerinden içeri süzülebilecek
şekilde oluşturulan ve ilaç taşıyan nano parçacıklar doğrudan savaşmaları için
programlandıkları zararlı hücrelere yapışarak taşıdıkları ilâçla bu hücreleri
hızla yok edebilecektir. Bu yöntem sadece kansere karşı değil, romatort artirit
(eklem iltihabı)’ten kistik fibrosis’e kadar her türlü hastalığa karşı
kullanılabilecektir. Ayrıca, biyoterör saldırılarının belirtilerinin erke
aşamalarında tespit edilmesini sağlayacaktır”. (www.technologyreview.com/printer-friendiy-article.aspx?id=16468)
2.
Veri depolayabilen canlı sistemler: (Cumhuriyet Bilim,
16 Mart 2007, Sayı: 1043)
“Japonya’da Yamagata kentindeki Keio Üniversitesinden Ohashi
Yoshiaki, kendi kendini sürekli olarak yenileyebilen “canlı” bir veri depolama
sisteminin mümkün olabileceğini gösterdi. Bu sistem, verileri uzun yıllar
saklayabilecek. Bunun için canlı bakterilere verileri kodlayan yapay DNA
dizilimleri yüklenecek.
Veriler, bakterilerin kendi DNA’sı ile nesilden nesile
geçeceği için koloni canlı kaldığı sürece sonsuza dek hayatta kalacak. Ohashi
Yoshiaki, “DNA”ları kullanarak depolanan bilgileri bir milyon yıldan fazla
koruyacak” diyor. Yoshiaki ve ekimi “E=MEC21905!” mesajını DNA baz çifti
üzerinde biner koduna çevirdiler. Ve bunu, Bacillus subtilis adı verilen ve
toprakta yaşayan binlerce bakterinin içen yerleştirdiler. Ekip, ilâve güvenlik
için mesajı 4 farklı DNA dizilimi içine kodladı”.
Reyhan OKSAY (Biotechnology progress,
DOI=10.1021*-/bpo6020ıy)
Burada belirttiğimiz bu iki bilimsel deneyi, bu ve buna
benzer bilimsel bulgularla birlikte değerlendiriniz. Ve ayrıca, bu ve buna
benzer bilimsel bulgularla aşağıda yazdığımız Kur’an’daki âyetlerle
birleştiriniz ve aralarındaki birliği ve özdeşliği görünüz.
·
“Biz, her şeyi nezdimizde (huzurumuzda) bulunan
bir düzene, bir plâna göre yarattık”. Kamer suresi: 54/49
·
“Nerede olsanız O sizinle beraberdir. Çünkü,
size hayat veren ruhunuz (ve beden yapınız) O’na bağlıdır. Allah, yaptıklarınızı
bilmekte ve görmektedir”. Hadid suresi: 57/4
·
“Hiçbir canlı yoktur ki, başında bir koruyucu,
yaptığı işleri gözetleyip, muhafaza edici olmasın”, Tarık suresi: 86/4
·
“Nihayet oraya vardıklarında kulakları, gözleri
ve derileri, yaptıkları hakkında aleyhlerinde ve lehlerinde şahitlik eder”.
Tekabün Suresi: 64/4
·
“Dilediğinizi yapın, O, yaptıklarınızı
görmektedir”. Fussulet suresi: 41/20
·
“Kimsenin kendimsini görmediğini mi sanıyor”
Beled suresi: 90/7
·
“GÖZETLENMEKTESİNİZ!...” Taha suresi: 20/135
Tekabün suresi: 64/4 ayetinde açıkça belirtildiği gibi,
kulaklarımız, gözlerimiz ve derimiz, nasıl şahitlik yapacaktır? Şahitlik
yapacak olan yalnız bu organlarımız mı, yoksa beynimiz, kalbimiz ve bütün
organlarımız mı? Peki, bütün bu organlarımız nasıl şahitlik edecektir.
Nano teknoloji de bilimsel olarak da görüldüğü gibi gerekli
bilgiler hücrelerimize, hattâ genetik yapımıza yüklenebilmektedir. Oysa, bu
işlemi organlarımız, hücrelerimiz ve genetik yapımız doğal olarak kendileri
yapmaktadırlar. Organlarımız ve genetik yapımız kendilerini etkileyen olumlu ve
olumsuz, iyi ve kötü her şeyi algılamakta ve depo edip arşivlenmektedir. Bunu
kendi yaşamınızda da, seneler sonra gördüklerinizi kendisini görmediğiniz halde
seslerinden ve bir çok unuttuklarınızı hatırlamanızı bir düşünün. Demek ki,
organlarımızın şahitlik edeceği hem bilimsel olarak nano teknoloji ile, hem de
Kur’an’da ki âyetlerle açıkça belirtilmektedir.
Beden yapımızı oluşturan yaklaşık yüz trilyon hücrenin her
biri, bir gizli kamera özelliğinde ve sisteminde çalıştığını unutmayalım.
Organlarımızı etkileyen her şeyin organlarımızın hücreleri tarafından
algılanmakta, depo edilip arşivlenmektedir. Ve gerekli olduğu zaman da bunları
yayınlamaktadır. Böyle bir yapı sistemi içinde yaşadığımız dini olarak da,
bilimsel olarak da ortaya konmuş durumdadır. Bu gerçeği görelim ve kabul edelim
artık.
Kur’ana inanmayanlar; hiç olmazsa bilime inanın ve bilimin,
organlarımızın yarın bize şahitlik yapabileceği olasılığını açıklaması üzerine
düşünün. Bunun üstüne, Kur’an’da ki âyetlerin de doğruluğunu düşünerek içinde
bulunduğumuz veya bulunabileceğimiz durumu değerlendirin.
Ayrıca, Kur’an’ın bizleri sık sık “Siz hiç düşünmez misiniz”
ve “Siz hiç akıl etmek misiniz?” ayetleri ile bizleri uyarması üzerinde
durmalıyız.
Kur’an’da “Gözetlenmektesiniz” âyetlerinde belirtilen
“gözetleme” işleminin dürbünle veya gözle yapılacak bir gözetleme olduğunu mu
sanıyorsunuz? Bu gözetleme işleminin bizim içimizdeki organlarımız tarafından
yapılacağını düşünebiliyor musunuz?
İnanınız bu gözeteme işlemi, organlarımızın şahitliği
konusu, dinlerde belirtilen öbür dünyaya gerek kalmadan bu dünyamızda iken
yapılacaktır ve kısmen de yapılmaktadır.
Peki, yaşamımızda yaptığımız ve organlarımız tarafından
algılanıp depo edilerek arşivlenmiş olan kötülüklerimizi, günahlarımızı
silmemiz, yok etmemiz mümkün değil mi?
Bilemiyorum, yalnız yaptığımız kötülüklerden günahlardan
daha büyük, daha etkili iyilik ve sevaplar işlediğimiz taktirde belki
işlediğimiz kötülükleri ve günahlarımızı silme ihtimali olabilir diye
düşünüyorum. Özellikle, yaptığımız kötülük ve günahlar kişilere özel ise, o
kişilere yapacağımız daha büyük iyilik ve sevaplarla o kişilere kendimizi
affettirebilirsek ve haklarını helâl ettirebilirsek, ancak o zaman
organlarımızda depo edilip arşivlenmiş olan kötülük ve günahları silme ve yok
etme ihtimali olabilir. bizim burada yaptığımız yalnızca bir mantık yürütme,
bunun doğrusunu ancak Allah bilir.
Kur’an, bütün insanlığa ve özellikle dine ve dini inançlara,
Allah’a inanmayanlara bakın nasıl sesleniyor ve nasıl uyarıyor?
“Nedem Kur’an ı dikkatle incelemiyorlar?
Yoksa, akılları üzerinde kilitler mi var?” Muhammed suresi:
47/4
Sizin uyanmanız ve inanmanız için daha ne söylenilsin?
*
1 – Mayıs – 2006
ANAYURT
BEHZAT ŞAŞAL
DİN ve BİLİM
ÇEVRELERİN ÇAĞRI
Birbirinizi yok etmek veya en azından etkisiz hale getirmek
için aranızdaki açık veya gizli zıtlaşmayı, savaşı bırakın artık. Bu zıtlaşma
ve savaşta birbirinize değil, bütün insanlığa kötülük ve zarar verdiğinizi
görünüz artık.
Düşüncelerinizi ve amaçlarınızı dünyevi çıkarlardan uzak,
açık kalplilikle ortaya koyarsanız, aranızda, birbirinizi yok etmeyi gerektiren
bir zıtlığın olmadığını göreceksiniz.
Bilimin amacı da, bütün dinlerin amacı gibi insanlığa hizmet
etmek değil midir?
Öyle ise aranızdaki bu zıtlaşmanın ve düşmanca görüntünün
temel nedeni nedir?
Bilim çevresinin amacı; her şeyin bilimselliğe dayanması,
bilimin ve akılcılığın insan yaşamına egemen olması ve hükmetmesi değil midir?
Peki bütün din kitaplarının da temel emirlerinden olup, aydın
din çevrelerinin amacı da din ve dini inançların akıl ve akılcılığa dayanması
değil midir? Çünkü, din kitaplarımız “Siz hiç düşünmez misiniz?” “siz hiç akıl
etmez misiniz?” gibi insanları düşünmeye ve akılcılığa davet eden ayetlerle
dolu değil mi?
Din kitabımızda:
“Neden Kuran’ı dikkatle incelemiyorlar?
Yoksa akılları üzerinde kilitler mi var?” ayeti ile
insanları açıkça araştırmaya, akılcılığa yani bilimselliğe davet etmiyor mu?
Ayrıca bütün dini inançlarda “aklı olmayanın dini yoktur”
ayeti ile de insanlara “akılcılığı” önermiş, aklı olmayanın dini inancının da
akılcı olmayacağını ve Allah tarafından da makbul kabul edilemeyeceğini açıkça
belirtmiyor mu?
Bilim çevresi bilimsel bulgularının ve bu bulgulara
dayanarak yaptıklarının özüne indiğinde o bilimsel bulgularda Kuran’daki ayetin
bilimsel açıklamasını görecektir. Çünkü, “Kuran tabiat kanunları için Allah’ın
ilahi kanunlarıdır” demektedir.
Bilim ve din çevrelerine çağrıda bulunuyorum:
Gelin, bütün bilimsel bulguları ve bu bulgulara dayalı
teknolojiyi tabiat kanunları ile, Kuran’da ki ilgili bazı ayetleri birlikte
değerlendiriniz. Bu durumda bilim ve dinin birbirinden ayrı, özellikle de
birbirine karşıt olmadığını, tam aksine ÖZ’de bir olduğunu göreceksiniz.
Öyle ise, bu savaş neyin savaşı ve ‘bu savaş’ niçin
verilmektedir?
Her iki taraf da akılcı bir gözlemle değerlendirmede
bulunursa, bazı yanlış anlamalar ve yanılgılar içinde bulunduklarını
göreceklerdir.
Bazı bilim çevreleri, ‘din ve Allah inancına’ neden
karşıdırlar?
Din ve Allah inancında insanlık için zararlı gördükleri
olumsuzlukları lütfen açık kalplilikle ortaya koysunlar.
Din çevreleri de lütfen, bilim çevrelerinin din ve Allah
inancına karşı oldukları konular üzerinde akılcı olarak düşünmeli ve bu alanda
gerekli bilimsel araştırmaları yapmalıdırlar.
Öyle sanıyorum ki, şu gerçekler ortaya çıkacaktır.
2 –
Mayıs – 2006
DİN VE BİLİM
ÇEVRELERİNE ÇAĞRI (1)
Bilim çevrelerinin din ve Allah inancında ve bazı dini
uygulamalarda karşı oldukları bir çok şeye aydın din çevrelerinin de karşı
olduğunu görecektir.
Din çevreleri de gerekli bilimsel araştırmalarda
bulunurlarsa, din ve dini inançlar içinde bilimle ve akılcılıkla bağdaşmayan ve
kabul edilemeyecek bir çok hurafe ve batıl inançların varlığını ve
uygulamalarını göreceklerdir.
Din ve dini inançlara karşı olan çevrelerde, dini inançlar
ve uygulamalar içine karışmış hurafe ve batıl inançları din olarak düşünüp
değerlendirme yanılgısından kendilerini ve insanlığı kurtarmalıdırlar.
Çalışmayı ve bilimsel düşünmeyi ibadet kabul eden dinleri,
insanları geri bırakmakla suçlamak yanılgısından kendilerini ve dinleri
kurtarmalıdır.
Din, “Din ahlaktır” diye tamamlanırken, dinleri ahlak
anlayışını bozmakla suçlamak yanılgısından kendinizi de dinleri de kurtarınız.
Hurafeler ve batıl inançlara karşı savaş açmış olan dinler
ne gariptir ki, hurafelik ve batıl inançlılıkla suçlanmaktadır. Bu yanılgıyı
görelim artık.
“Bilim için çalışırken dinden, din için çalışırken bilimden
uzaklaşmayın” bu deyiş, dinlerin ortak görüşü ve ortak emridir.
Kısacası; Allah’ın din ve dini kurallarındaki arzu ve
inancının hurafe ve batıl inançlardan arındırarak, dinlerin gerçek felsefesini
ortaya çıkarma zamanı gelmiştir.
Allah’ın, akıl ve akılcılığa dayandırdığı din ve dini
inançlar ile, dini, akıl ve akılcılığın dışında gösterenleri ayırt ediniz ve
dini, akılcılığın karşısında gösterenlere karşı olunuz. Ama, Allah’a ve
akılcılığa dayanan din ve dini inançlara karşı olmayınız.
Allah’ın, din ve dini inançlarla ortaya koyduğu amacı; “Sana
yapılmasını istemediğin kötü şeyleri sen de başkalarına yapma, sana yapılmasını
istediğin iyi şeyleri sen de başlarına yap” veya “Kendiniz için sevdiğiniz
şeyleri başkaları için de sevmedikçe hiçbiriniz iman etmiş sayılmazsınız” değil
mi?
İnsanlık bunu bilmiyor veya bilmiyorsa, din ve Allah
inancını yok etmeye çalışacağımız yerde, dinlerin bu ortak felsefesini
insanlığa öğretmemiz, insanlık için çok daha iyi ve faydalı olmaz mı?
Dine karşı veya dindar olun, bu ortak amaç ve felsefeye
karşı olabilir misiniz?
Bunun için bilimin ve dinin bu ortak amaçlarda el ele
vererek insanlığın mutluluğu, huzuru ve buna ulaşılması için çalışmak
olmalıdır.
O halde, bilim ve din neden, niçin birbirine karşıt ve
düşmanca davranışlar içinde bulunuyorlar?
En doğrusu, bilim ve din el ele verip, insanlığın mutluluğu
için birlikte daha bilinçli, daha akılcı ve daha inançlı olarak
çalışmalıdırlar.
İnsanlık, ancak, böyle bir din anlayışı ve yaşam biçimi ile
kötülüklerden, savaşlardan kurtulup gerçek mutluluğa ve huzura kavuşacaktır.
Aslında, bilimin de dinin de asli görev ve işlevi budur.
Uygulama bu olmalıdır.
ORTAK ÇAĞRI
Bazı din ve bilim çevreleri, din ile bilimin birbirlerine
karşıt oldukları inancındadırlar. Oysa tam aksine din ve bilim birbirini
tamamlayan, birbirini bütünleyen iki olgudur. Bu iki olgunun TEK kaynaklı
olduğunu öğrendiği, benimsediği ve uyguladığı an insanlık tarih boyunca elde
edemediği birliği, huzuru bulacaktır.
Bu ayrımcılığın temel yapısında, dinler arasında ayrımcılık
yaratmış olmamızdan kaynaklanmaktadır. Din ayrımcılığının oluşmasında, insanlığın
dinleri Allah’ın dini olmaktan daha çok, o dinleri duyuran kişilerle
bütünleştirip özdeşleştirmesinden kaynaklanmıştır. Dinler, onları duyurmakla
görevlendirilen adına peygamber dediğimiz kişilerin değil Allah’ın dinidir.
İnsanlık dinleri o dinleri duyuranlarla birleştirip özdeşleştirdiğinden.
Allah’ın değil o dinleri duyuran kişileri benimseyip onların peşinden gittiler.
Onu da yanlış gittiler. Çünkü bu dinleri duyuran peygamberler insanlara
kavgacılığı, ayrımcılığı değil kardeşliği, barışı önermiştir. İnsanlık dünyevi
çıkarları uğuna inandıkları peygamberlerin bile buyruklarını anlamadı veya
anlamazlıktan geldi.
Oysa Allah’ın adem peygamberden Hz. Muhammed’e kadar bütün
peygamberlerin duyurduğu bütün dinlerin ortak adı islamdır. Oysa insanlar
kişilere, yani peygamberlere önem verip onlara bağlandıkları, her dini de
duyuran kişi ile birleştirip, özleştirme yanlışı içine girdi. Örneğin, İSLAM
dinini yalnızca Hz. Muhammed’in duyurduğu din zannedildi ve öyle kabul edildi.
Oysa, Allah tarafından indirilen fakat insanlar tarafından ayrı ayrı gibi
görünüp değerlendirilen bütün dinlerin
ortak adı İSLAM dır.
Gelin bu yanlıştan insanlığı kurtaralım.
Bu ve bunun gibi benzeri yanlışlıklardan kurtulmanın yolu da
din ile bilimi birleştirmektir. Birçok aydın din adamı bunu defalarca
belirtmiştir. Örneğin, bunlardan bizzat tanımak ve ondan teiz almak şerefine
ulaştığım aydın bir büyük din adamımız H. Ahmet KAYHAN’ın sık sık söylediği
sözdür. Bu büyük kişi sık sık “Bilim için çalışırken dinden, din için
çalışırken bilimden uzaklaşmayın” demiştir.
Bu alanda düşüncelerine saygı duyduğum bir Fransız bilim
adamı olan Alexis Carrel’in yazdığı “İnsan ve Dünya” kitabından aldığım
düşüncelerini yazmadan geçemeyeceğim.
“Geçmişte olduğu gibi birbirinden ayrı etkide bulundukları
takdirde, ne bilim, ne de din hakiki bir kültür (inanç) yaratamazlar. Çünkü,
insanlığın yükselmesi, gelişmesi yalnızca maddi hayat şartlarına veya yalnızca
fikri ve ahlaki yükselişe tabi değildir. Onun için bilim, dinden fazla bir şey
veremez, din de bilimden fazla veremez.
Bilim hem iyiye, hem fenalığa hizmet eder. Bir uçak hem
bomba taşıyabilir, hem de bir alaska köyündeki çocukları kurtaracak ilaçları.
Din insanda iyilik hissini uyandırıyor, fakat, bunu
gerçekleştirme kuvveti vermez. Dinin ve’dettiği şeylerin gerçekleşmesi için,
bilimin yardımından vazgeçilemez. Ancak bilimdir ki insanda ve toplulukta Allah
fikrini müşahhas (somut) hale getirir”.
Dinin ve bilimin insanlığa faydalı olmasını istiyorsak, din
ve bilimi birbiriden ayırmadan, birbiri ile kaynaştırmalıyız.
Bazı çevreler ise din ve dini inançlara karşı
çıkmaktadırlar. Bu çevreler din ve dini inançlara neden karşıdırlar? Eğer bu
çevreler, din görünümü altında dini inançlar içine karışmış hatta onlardan
ayırt edilemeyecek hale gelmiş olan hurafeliğe, batıl inançlara, yobazlığa
karşı iseler, aydın din adamları da başta olmak üzere hepimiz bunlara karşıyız.
Demek ki öncelikle, dine ve dini inançlara karşı olmadan önce neye karşı
olduğumuzu bilelim. Bunun için de din içindeki hurafeleri, batıl inançları,
yobazlıkları tespit edip onları yok edelim. Böylece gerçek din ve dini
inançlarla, din görünümü kazanmış olan hurafeleri, batıl inançları ve yobazları
birbirinden ayıralım.
Gelin, hangi dini inançta olursanız olun, din ve bilim
çevresi el ele verelim ve dini inançlar içine karışmış olan hurafe, batıl inanç
ve yobazlıkları dini inançların dışına çıkaralım ve böylece gerçek din ve
inançlar ortaya çıksın. Bizde neye inandığımızı veya inanmadığımızı bilelim,
öğrenelim. Karşı olacaksak neye karşı olduğumuzu bilelim.
Değerli bilim adamı Alexis Carrrel
“Allah’a inanmak, inanmamaktan daha akıllıcadır” diyor.
Din ve Allah inancı aynı zamanda insanları disipline eden
bir inançtır. Din ve Allah inancı olmayan insanlarda hiçbir disiplin anlayışı
yoktur. Bu disiplin inançlarının başında ahlaki değerler disiplini gelir. Din
ve Allah inancı olmayan insanları disipline etmek imkansız demeyelim ama
imkansız denecek kadar zordur. Din ve Allah inancının sağladığı disiplini,
dünyevi kanunlarla kurulmaya çalışılmaktadır. Açık kalplilikle söyleyin dünyevi
kanunlarla istenilen disiplin kurulabiliyor mu? Dünyamızdaki bu ahlaksızlık,
yolsuzluk, cinsel sapıklıklar ve burada yazamayacağımız daha birçok
disiplinsizlikler dünyevi kanunlarla önlenebiliyor mu? Bakın bu hususta Gandhi
ne diyor; “ Kanunlar, zalim insanlar
yanında susar”.
Peki, din ve dini inançların kanunları veya disiplinleri,
dünyevi kanunlarla sağlanmak istenen disiplin el ele vererek birlikte insanlığa
hizmet etmek için çalışsalar daha olumlu sonuçlar elde edilmez mi?
Hangi din inançta olursanız olur, bütün insanlardan ricam,
mümkün olduğunca ön fikirlerden, peşin hükümlerden kendimizi kurtaralım. Bu
durumda bir din kitabı olan Kuranı yalnızca Hz. Muhammed’e indirilmiş ve
yalnızca onun duyurduğu dine ait bir kitap olarak düşünmeyin. Kuranı Adem
peygamberden Muhammed peygambere kadar bütün dinleri kapsayan bir din kitabı
olarak düşününüz ve kabul ediniz. Çünkü kuran bütün peygamberlerin duyurduğu
dini inançları da kapsayan ortak bir din kitabıdır.
Şimdi size Kurandan bütün dinleri ve dolayısı ile bütün
insanlığı kapsayan, kucaklayan bir TEK ayeti dikkatinize sunuyorum. Lütfen
bunun üzerinde dini inançlarınızın baskısından kendinizi kurtararak, yalnızca
evrensel bir insanlık açısından düşünüp değerlendiriniz. Geliniz bu ayetin
ifadesi içinde toplanalım, birbirimizle kucaklaşıp, kenetleşelim.
SAYGILARIMLA
16 – Mart – 2007, ANKARA
BÜTÜN DİNLERİN ORTAK
AMAÇ VE FELSEFESİNİ AÇIKLAYAN “TEK” MADDELİK ANAYASALARI
TAOİZM: Komşunun kazancını kendi kazancın gibi, onun zararını
kendi zararın gibi kabul et.
(T’ai Shang Kan Ying Pien)
HİNDUİZM: İşte en yüksek kanun budur. Sana yapılmasını
sevmediğin şeyi başkalarına yapma.
(Mahaborate: 5 – 1517
BUDİZM: Sana acı veren şeyle başkalarını incitme.
(Undanavarga: 5 -18)
KOMFİÇYÜSLÜK: Sana başkalarının yapmasını istemediğin şeyi
sen de başkalarına yapma.
(Analeots: 5 – 23)
YAHUDİLİK: Sana ızdırap veren şeyleri başkalarına yapma.
Tevrat’ın esası budur. Gerisi güzel laftan ibarettir.
(Talmud)
HIRİSTİYANLIK: İnsanların senin için yapmalarını istediğin
her şeyi sen de onlar için yap. Bu peygamberler kanunudur.
(Mata İncili: 7 – 12)
İSLAMİYET: Kendiniz için sevdiğiniz şeyi kardeşiniz için de
sevmedikçe hiç biriniz mümin olamazsınız (veya)
·
İman etmedikçe mümin olamazsınız, insanları
sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız. (Hadis)
BÜTÜN DİNLERİ
KAPSAYAN “TEK” MADDELİK ANAYASA
·
“Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyilik yapmayı,
anlayışlı ve ılımlı davranmayı, yetimlere ve yakınlarınıza karşı cömert olmayı
emredip, utanç ve arsızca olanı, gayrimeşru kanun ve ahlak dışı ilişkileri,
zinayı, haram kılınan ve kamu vicdanının uygun görmediği şeyleri, haksızlığı,
yalanı, hırsızlığı, saldırıyı, baskıyı, zulmü, öldürmeyi, akıl ve sağduyuya
aykırı olanı, azgınlığı, taşkınlığı yasaklar.
Size düşünüp ibrte almanıza faydalı olur diye öğür veriyor
ve sorumluluklarınız hatırlatıp uyarıyor.
NAHL Sur: 16/90
YARARLANILAN KAYNAKLAR
1-
Kuran mesajı – Meal, Tefsir – Muhammed ESED
2-
Kuranın Anlaşılmasına Doğru – Ahmet TEKİN
3-
Kuran – hükümler Dizisi – Feridun HARİN
4-
Quantum Fiziği – Dr. hakkı AÇIKALIN
5-
Tıp Ansiklopedisi – J.A.C. BROWN
6-
Sağlık Ansiklopedisi – Arkın Kitabevi
7-
Sağlığımız – Herkesin Ansiklopedisi – Gelişim Yayınları
8-
Atatürk’ten Hatıralar ve Belgeler – Prof. Dr. Ahmet
İNAN
9-
Halk Ansiklopedisi
10-
Ruhsal Şifacı Olmak – Amy WALLACE – Bill HENKIM
11-
Gözetlenmektesiniz – Behzat ŞAŞAL
12-
Nükte, Fıkra ve Çizgilerle Atatürk – Niyazi Ahmet
BANOĞLU
13-
Örneklerle Türkçe Sözlük – Milli Eğitim Bakanlığı
14-
Hayvanlar Ansiklopedisi – Hayat Yayınları
15-
Bitkilerin Gizli Yaşamı – Peter Tompkins – Chilsıtopher
Bird
16-
Doğada Tasarım – Harun YAHYA
17-
Onlardan Neler Öğreniyoruz? Dr. Michel Klein
18-
Bütün Dünya Dergisi – Mayıs 2004 – sayı 192297
19-
İnsan ve Dünya – Alexıs Carnel
20-
Tüm Hastalıkların Zihinsel Nedenleri – Louise L. Hay
21-
İnsan Mühendisliği – Nüvit OSMAY
22-
Bir Ceza Avukatının Anıları – Prof. Dr. Faruk EREM
23-
İnsan ve Alem – Ahmet KAYHAN
Cumhuriyet Bilimi – 16 Mart 2007 – Sayı 1043
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder