18 Kasım 2013 Pazartesi

Behzat ŞAŞAL, ANAYURT yazıları.. (1)

- I - 
Atom Hücre ve Frekans
Bütün bu ve buna benzer soruların cevabını verebilmek için, öncelikle atom ve hücrenin ortak karakteristik özellikleri nedir? sorusuna cevap vermemiz gerekir.
İnsan başta olmak üzere, hücresel yapıdan oluşan bütün canlıların biyolojik ve fiziksel yapısı olan hücre incelendiği zaman, canlı varlıkların fonksiyon ve kimyasının da anlaşılmasının temelini oluşturur. Yani canlıların yapısının kimyasal ve hücresel iki ana yapıdan oluştuğunu görüyoruz. Hücrenin yapısını da kimyasal yapıdan ayırmak imkansız denecek kadar güçtür. Çünkü hücre yapısının içinde de kimyasal dediğimiz yapılar bulunmaktadır. Çünkü hücre zarı, protein, karbonhidrat ve yağ moleküllerinden yapılmış olup, canlıda devamlı hareket halindedir. Lütfen dikkat edin. Hücreye girip çıkan kimyasal maddeleri kontrol eder. Hücre zarı neyi nasıl ve niçin kontrol yapmaktadır? Hücrenin içine hücreye zarar verecek şeylerin girmesini denetleyip kontrol etmektedir. Bu kontrolün içinde cansız, ölü denilen faydasız nesneler de dahildir. Atom, cansız, ölü işe yaramayan şeyler ise hücre zarı bunları da hücrenin içine sokmaz. Demek ki, atom, cansız, ölü bir işe yaramayan bir nesne değil ki hücre onu kapılarını açıp içeri almaktadır.
Bu durumda şu soruyu soralım. Hücre ile atom arasındaki bu uyum ve iş birliği nedir?
Bu iş birliğini görebilmemiz ve değerlendirebilmemiz için atom ve hücrenin iç yapılarını ve bu iç yapılarından kaynaklanan oluşum ve işlemleri çok iyi bilmemiz gerekir. burada tekrar yazmamıza gerek yok, atomun ve hücrenin içindeki parçacıkları bir düşününce gözünüzün önüne getirin. Atomun içindeki parçacıklar da hücrenin içindeki parçacıklarda devamlı hareket  halinde bulunmaktadırlar. Hele ölü, cansız dediğimiz atomun içindeki hareketin hızlılığına ve atomun içindeki enerjiye akıl erecek gibi değil. Demek ki bu durumda atomun da, hücrenin de ortak karakteristik özelliği her ikisinin de iç yapısındaki hareketlilik ve bu hareketlilikten doğan çevrelerine yayınladıkları titreşimsel hareketleri, yani bir başka deyişle yayınladıkları frekanslarıdır. İşte, atomda, hücre de çevrelerine yayınladıkları bu frekanslarıyla bir hayatiyet bir canlılık vermektedirler. İşte vücudumuzdaki canlılık, kuvvet ve enerji vücudumuzdaki atom ve hücre yapımızın birlikte yayınladıkları bu frekanslardan kaynaklanmaktadır.
Peki, bu frekansların etkinliği vücudumuzda nasıl azalıyor veya artıyor? Bu frekansların azalması ve kuvvetlenmesinde etkin olan nedir?
Buna verilecek en kısa ve en güzel cevap, beynimiz yani düşüncelerimizdir.
Düşüncelerimiz de içinde bulunduğumuz durumlara göre değişkenlikler gösteren bir durumdur. Bu değişkenlikte moral durumumuzun büyük etkinliği vardır. peki, insan yaşamında çok büyük etkinliği olan “moral” ne demektir? Moral denen şey insana ve insan yapısına nalsı etkilemektedir?
Moral, çok kısa ve öz olarak insanın içinde var olan içsel güçlerini yani manevi inançlarını güçlendirmek demektir. İnsanın bu iç güçlerini harekete geçirerek o insana cesaret duygusunu kazandırmak demektir. Halk deyimiyle insanı yüreklendirmek demektir.
Bu nasıl olmaktadır?
İnsanın aklına, beynine hitap ederek onun beynine yani düşüncelerini etkilemek suretiyle olmaktadır. İnsanlar üzerinde, yapıcı güzellikler ifade eden etkili sözcükler, davranışların insan üzerinde bıraktığı olumlu etkiye mola diyoruz. Böylesine yapıcı, olumlu duygular içinde bulunan insanın beyin yapısı başta olmak üzere kalbi ve diğer organları bu olumlu ve yapıcılığın etkisi altına girer. Bu etki altında beyin çok daha yapıcı düşünceler üretir ve bu yapıcı düşünceler de iç organlarımıza, dolayısı ile beden yapımızı etkiler. Bu durumlarda beynimiz, kalbimiz ve diğer organlarımız birbirlerine uygun, dengeli frekanslar yayınlar ve bu frekanslar bizde dengeli, uyumlu davranışlara yöneltir.
Moral bozukluğu denilen durumlarda da bunun tam tersine beynimize olumsuz sözcükler ve davranışlarla etkileyerek beynimizin olumsuz düşünmesine neden olur. bu düşüncelerde kalbimiz ve diğer iç organlarımızı olumsuz etkileyerek,  başta beynimiz olmak üzere kalbimiz ve organlarımız uyumsuz,  dengesiz frekanslar yayınlamaya başlarlar.
Dengesiz ve uyumsuz bu frekanslar da dengemizi bozar ve bizim dengesiz davranışlarda ve kararlar almamızda etkili olurlar.
Kısacası olumlu ve olumsuz bütün duygu ve düşüncelerimiz, kendi durumlarına uygun frekanslar yayınlarlar ve bu frekanslar da hücrelerimize, organlarımıza ve dolayısıyla bütün beden yapımızı etkileyebilir. Bu etkileme olayında en hızlı ve en kuvvetli şekilde etkileyen inançlarımızdır ve özellikle iman derecesinde kuvvetli inançlarımızdır.
Birçok orduların veya kişilerin kendinden kat be kat kuvvetli olan orduları, kişileri yenmelerinin nedeni iman derecesindeki inançlarıdır. Bizim kurtuluş savaşını kazanmamızda en kuvvetli etken bu iman derecesinde inancımız olmuştur. Karşı devletler veya kişiler karşısındaki orduları veya kişileri yenmek için öncelikle onların manevi inançlarını yıkmaya, yok etmeye çalışır.  Karşı tarafın moral yapısını yani kendisine olan güven duygusuna yıktığınız an onu yenmiş sayılırsınız, çünkü en ufak bir darbede yıkılır gider.
İnsanlara ve toplumlara çok çabuk etkileyen ve çok çabuk kuvvet, enerji haline dönüşen inançlar vardır. bu inançlar din ve Allah inancı, vatan, milliyetçilik inancı gibi benzeri inançlardır. Allah inancı genetik yapımız içindeki şifreler içinde var olduğundan, Allah uğrunda yapılan dua ve ibadetlerde genetik yapımız içindeki şifreler içinde var olduğundan, Allah uğrunda yapılan dua ve ibadetlerde genetik yapımız içindeki bu duadan her şeyden daha çabuk etkilenir.
Hücrelerimiz içindeki genetik yapımızla, atomlarımız içindeki kuantum yapımız birbirleriyle eşdeğer işlevler gördüğünden Allah inancıyla yapılan dua ve ibadetlerden her ikisi de aynı oranda etkilenmektedir. Dua ve ibadetlerden sonra insan vücudu çok daha huzur denilen duygu içinde olur. çünkü yapımızı oluşturan genetik yapımızla kuantum yapımız aynı frekanslar içinde bulunurlar. Dikkat ederseniz bir insan hiçbir çıkar ve karşılık  beklemeden başkalarına yaptığı iyilikler karşısında da aynı huzuru duyar. Çünkü vücudumuzu oluşturan genetik ve kuantum yapımız iyilik, güzellik, doğruluğa göre şifrelenmiştir. Din ve Allah inancıyla olsun veya olmasın bir insan birilerine özellikle hiç tanımadığı bilmediği insanlara hiç karşılıkla, çıkar  beklemeden bir iyilik, güzellik ve doğru bir hareket yaptığı zaman içinde tarifi imkansız bir rahatlama ve huzur duygusu duyar. Aksine bir kötülük yaptığı zaman da yine anlamını bilmediği bir rahatsızlık ve huzursuzluk duyar. Gerçi bu duygular içinde yaşadığımız bu çağda oldukça değişime uğramış görüntüsü vermektedir. Bunun nedenleri de apayrı bir yazı konusu ama çok özet olarak da değinmeden geçemeyeceğim.
İnsanlarda olumsuz yöndeki bu değişimin başlıca genel anlamda iki nedeni bulunmaktadır. birincisi biyolojik bozulma, tabiattan elde edilen doğal beslenme ile değil, üretilmiş gıdalar, vücut yapımızdaki hücresel yapımızı genetik yapımıza kadar bozmaktadır. Biyolojik bozulmanın bir başka etkisi de, yediklerimizin helal mal ve helal kazançla elde edilmiş olmaması. Çünkü haram malda ve haram kazançta, madur durumda kalan kişilerin olumsuz düşüncelerle yayınladıkları olumsuz frekanslar doğal frekansları bozmaktadır. Bu durumda vücut yapımızda bir takım dengesizliklere, uyumsuzluklara neden olmaktadır.
İkincisi psikolojik bozulma. Düşüncelerimizi, iyilikten, güzellikten ve doğruluk alanından saptırarak olumsuz düşünceler içine girmemiz hatta bu olumsuz düşünceleri benimsememiz, onları yaşamımızın gereği haline getirmemizi ısrarla ve defalarca düşüncelerimizle yayınladığımız frekansla beden yapımıza, hücrelerimize hatta genetik ve kuantum yapımıza gelinceye dek etkilediğimizi belirtmiştik. İşte benimsediğimiz bu olumsuz düşünceler öylesine egemen olmaktadır ki, bizde önceki iyi, güzel, doğru düşüncelerimize üstün gelerek olumsuz etkinliğiyle egemen olmaktadır. Bu egemenlikte gördüğünüz gibi yaşamımıza etkilediği gibi beden yapımızı da etkilemektedir.
Cinsel sapıklıkların, homoseksüelliğin artışının bir nedenini de bu durumlarda aramalıyız. Bu durum, düşüncelerin etkilemesi ve etkilenmesine en güzel örnektir.
Tabiattaki Gizli Güç
Şimdi bizim bu açıklamalarımızı bazı çevreler bilimsel bulmayabilir ve bu açıklamalara bilimsel bulmadıkları için karşı çıkabilirler. Bu gibi kişilere, daha bilimsel deneylerle elde edilmiş bazı sonuçları bilgilerine sunalım.
Vereceğim bilimsel deneyler, daha önce söz ettiğim “Bitkilerin gizli yaşamı” kitaptan olacaktır.
Biliyorsunuz, tarım alanında ve ağaçlandırma işlemlerinde aşılama denilen bir uygulama bulunmaktadır. ağaçlarda yapılan aşılama uygulaması sonucunda yapılan bir bilimsel araştırmada, aşılamak için bir ağaçtan alınan küçük dal parçasına “çelik” denilir. Çelik parçasının alındığı ağaca “Ana” ağaç, çeliğin aşılandığı ağaca da “yavru” ağaç diyelim. Elektronik aletlerle yapılan bir incelemede aşılama işleminin yapıldığı andan itibaren, ana ağaçtan yavru ağaca doğru bir biyomanyetik dalga akımının oluştuğu görülmüştür. Yani aşı alınan ağaçla aşılanan ağaç arasında manyetik bir bağlantı, bir iletişim olgusunun oluştuğu saptanmıştır.
Fransız bilim adamları, bu aşılanma olayında aşı veren ana ağaçla aşılanan yavru ağaç arasındaki bu biyomanyetik iletişim olayının uzaklığının ne olabileceğini merak ediyorlar ve sonunda bunu deniyorlar. Siz de hafızanızı bir yoklayın, aşı veren ağaçla aşılanan ağaç arasındaki bu biyomanyetik bağlantının, iletişimin uzaklığı ne olabilir? düşünebiliyor musunuz?
Fransa topraklarında bulunan bir ağaçtan aşı yapmak için bir aşı çubuğu alınıyor ve bu çubuk Güney Amerika’da aynı cins bir ağaca aşı yapılıyor. Ve bu iki ağaç arasında bir biyomanyetik bağlantının, iletişimin kurulduğunu hayretler içinde tespit ediyorlar.
İşte aşılanan ağaçlar arasında oluşan bağlantı ve iletişim olayı, insanlar arasında da özellikle genetik bağları bulunan insanlar arasında da bu bağlantı ve iletişim olayı olmaktadır. Anlattığımız olayda özbaba ile çocuk arasındaki olumlu çocukla üvey baba arasındaki olumsuz bağlantı ve iletişimin nedeni genler arasındaki bağlantı ve iletişimdir. Genler arası bu bağlantı ve iletişim olayı normal koşullardan çok, olağanüstü olaylarda meydana gelmektedir. Örneğin, bir anne, kendisinden çok uzaktaki çocuğunun başına gelen çok iyi veya çok kötü bir olayı algılayabilmektedir. Belirttiğimiz gibi bu normal koşullarda değil olağan üstü olaylarda olmaktadır. Ve her zamanda muhakkak olacaktır şartı da söz  konusu değildir. Bu genellikle karşılıklı düşünüldüğünde telepatik algılama gibi oluşan bir olaydır. Çünkü olağanüstü olaylarda genetik yapılardan olağanüstü güçlü frekanslar yayınlanır.
Şimdi bu oluşumu yeni genler arası genetik bağlantısı, iletişimi ve etkileşimi daha genelleştirerek açıklamak istersek. Evrende bitki olsun, hayvan ve insan olsun, hem cinsleri arasında genetik bağlantıları nedeniyle, aralarında bir bağlantı, iletişim ve etkileşim içinde bulunmaktadırlar. Dünyamızda da genetik yapısı olmayan bir varlık olmadığına göre aralarında bağlantı, iletişim ve etkileşim olmayan varlık da yok demektir. Yani gen yapısına sahip bütün varlıklar arasında, kendi hem cinsleri arasında, bir bağlantı, iletişim ve etkileşim bulunmaktadır.
Peki bu genetik yapıların  toplamı nereye bağlıdır, nereyle iletişim ve etkileşim içindedir?
Genetik yapılar, genetik yapıları oluşturan bir güce bağlıdır.
Bu güçte Allah’tır. Bunun böyle olduğunu da Kur’an’daki şu ayetlerle biliyor ve kabul ediyoruz.
·                                “Kur’an, tabiat kanunları için Allah’ın ilahi kanunlarıdır diyor”.
·                                “Düşünen bir toplum için, bu bitkilerde elbette alınacak dersler vardır”
NAHL Sur. 16/11
·                                “Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki onlar da sizin gibi (Allah’ın) birer ümmeti olmasınlar…
ENAM Sur. 6/38
Buraya kadar yaptığımız açıklamalarla kur’an ayetleri arasındaki bağlantıyı siz kurunuz ve kararınızı kendiniz veriniz.
KUANTUM ve MANEVİYAT
Haklı olarak, buraya kadar yazılan, anlatılanların dil ile kuantum ile ilgisi nedir sorusunu sorabilirsiniz. Bu soruya, maddenin bir parçası olan atomun içindeki kuantum parçacıkların dinle maneviyatla ilgisi ve bağlantısı nedir sorusunu aklınıza gelecektir.
Haklı olarak bizleri bu düşünceler yönelten, atom ve hücreyi yalnızca fizik, kimya ve biyolojik yapılarıyla değerlendirmemizden kaynaklanmaktadır. Bilim, atom ve hücrenin fizik, kimya ve biyolojik yapısının dışında da özelliklere sahip olduklarını veya olabileceklerini düşünmüyor. Düşünmediği için de atom ve hücre yapısını bu yönüyle bilimsel olarak incelemiyor. Bugün için bilimi ilgilendiren atomu hücrenin yalnızca fizik, kimya ve biyolojik yapılarıdır. Çünkü bu yapıları bilimsel olarak laboratuarlarda incelenebiliyor. Atom ve hücrenin laboratuar ortamında incelenemeyen yapıları ve özelliklerini ya görmüyoruz veya görmemezlikten geliyoruz.
Örneğin, hücre yapısının genetik şifresinin çözümlendiğini AMB devleti başkanı Bill Clinton çok enteresan bir sözle açıkladı. Bu açıklamayı bilerek bilinçli bir şekilde mi yaptı, yoksa buluşlarının büyüklüğünü anlatabilmek için bir espri olarak mı söyledi bunu bilemiyorum. Bill Clinton “Allah’ın dilini öğrendik” dedi. Hücrenin içinde yani o biyolojik yapı içinde Allah ve Allah’ın dilinin ne ilgisi ve ne bağlantısı vardır?
Bunu anlayabilmemiz için beden yapımıza hayatiyet kazandıran hücre yamızın birkaç özelliğini bilmemiz gerektiği inancındayım.
Örneğin; öncelikle vücudumuzun hayat kaynağı olan kan hakkında küçük bir bilgi verelim.
Kan: Soluk sarı renkli bir sıvı olan plazmayla, durduğu zaman çökerek plazmadan ayrılan al ve akyuvarlar hücrelerden oluşmaktadır. Kan da bu iki hücrenin birbirlerine oranları belirli olup, bu oranda görülecek değişiklikler, hastalığa işaret eder. Normalde, 1 milimetre küpte 4,5-5,5 milyon alvuyarla, 4000-10000 akyuvar ve 150000-400000 trombosit vardır. Trombosit, kanda bulunan, çekirdeksiz, ufak, yuvarlak, renksiz hücrelerdir.
Vücudumuzdaki milyarlarca kırmızı kan hücrelerinden yalnızca 1 hücre tanesinde, tam 280 milyon hemoglobin molekülü bulunur. homeglobin, kırmızı kan hücrelerinin yapısının yaklaşık üçte biri, hemoglobin adlı bir pigmenttir (renk maddesidir).
Bilimsel olarak bir insan vücudunun yaklaşık 100 trilyon hücreden oluştuğu kabul edilmektedir. Vücudumuzda 200 den biraz fazla değişik yapısı bulunmaktadır. bunlar organlarımızı oluşturan hücrelerdir. Örneğin kalpteki hücre ile karaciğer, akciğer, böbrek gibi diğer organlarımızı oluşturan hücreler birbirinden farklıdır. Her organı oluşturan hücrede o organdaki görevini ve işlevini çok iyi bilmekte ve en iyi bir şekilde yapmaktadır. Her hücre grubu görevini en iyi şekilde yapması için özsel olarak düzenlenmiş durumdadır.
Bir hücre yapısının içinde sitoplazma, protoplazma gibi ana maddelerin dışında RNA, DNA denilen moleküler yapı bulunmaktadır. DNA molekül zincirinin bir bölümünü de gen denilen genetik yapı oluşturmaktadır. Bu genetik yapı hangi insanın yapısında bulunuyorsa o insana ait 30 bin şifre taşıdığı son bilimsel araştırmalarla ortaya konmuştur.
Lütfen, şimdi biraz düşünün ve gözünüzün önüne getirin. Elektromiskopla bile zor görülebilen bir hücre. Bu hücrenin içinde DNA ve DNA’nın da içinde bulunan bir genetik yapı ve bu genetik yapı içinde insanla ilgili 30 bin ve belki de daha fazla şifre bulunmaktadır. bu şifreler saç ve göz rengimizden tutun da biyolojik yapımızın yanında yakalanma ihtimalimiz olan bütün hastalıkların şifreleri bulunmaktadır. bu oluşuma akıl erdirebiliyor musunuz?
Hücre yapımızın içinde bilimsel olarak tespit edilen DNA ve genetik şifrelerimizden başka, şifreler de bulunmaktadır. bu  şifrelere ister manevi, isterseniz psikolojik şifreler deyin. Adına ne derseniz deyin, yalnızca bilinen ve saptanabilen şifreler dışında bugüne dek saptanamayan ve henüz bilimsel olarak ele alınmayan hücre yapımızın manevi ve psikolojik özeliklere de sahip bulunmaktadır. bunlar bilimsel olarak hücre yapımız üzerinde tespit edilebilir mi? bunu bilemiyorum. Yalnız hücre yapımızın manevi veya psikolojik yapısı dediğimiz yapıyı bilimsel aparatlarla değil, dışa vurumlarla görebiliyor ve saptayabiliyoruz.
Örneğin, sevinç, korku, üzüntü, utanma, cinsel duygu gibi birçok psikolojik durumumuzun bedensel yapımız üzerindeki etkileşimlerini gözlerimizle görebiliyoruz.
Peki hücrelerimiz bu psikolojik duygularımızı veya düşüncelerimizi nasıl almakta, nasıl etkilenmekte ve bunlara nasıl cevap vermektedir? Hücre yapımızın değişik duygulara eşdeğer tepkimeler veya eşdeğer karşılıklar verdiğini görüyoruz. Hücreler bu değişik duygusal algılamaların değerlendirmesini nasıl yapıyor ve her duygusal algılamaya eşdeğer tepkiyi hangi algılama veya hangi akılla cevap veriyor?
Hücrelerin içinde, bilimsel olarak saptanan genetik yapı içindeki şifrelerin dışında manevi veya psikolojik diyebileceğimiz şifrelerin de bulunduğunu söyledik. Peki bu şifreler nasıl etkilenmekte ve bu etkileşim nasıl cevap vermektedir?
Lütfen dikkat edin. Sevinme, korkma, üzülme gibi psikolojik duygular içine girdiğimiz zaman beden yapımızda meydana gelen değişimlere dikkat edin. Bu değişimler nerede ve nasıl olmaktadır? Diyelim ki, sevinme üzülme gibi psikolojik bir duygu içine girdik ve duyguları kalbimiz veya beynimiz algılayarak vücudumuzu oluşturan hücre yapımıza gönderdi. Gönderilen bu duygular, içtiğimiz su gibi, bedenimizi dolaşan kan gibi bir şey değil ki hücrelerimize gönderilebilsin. Bunlar fiziksel, kimyasal veya biyolojik yapıya sahip şeyler değil ki fark edilip algılanabilsin. Öyle ise bu psikolojik durumlar nasıl algılanıyor? Örneğin, bir cinsel ilişki düşündüğümüz zaman neden vücudumuzdaki başka organlar değil de, yalnızca cinsel ilişki ile ilgili organlardaki hücreler bu düşünceleri veya duygusal durumu algılayarak etkileniyor?
Vücudumuzu oluşturan organlarımızda her organın hücresel yapısının o organda göreceği göreve ve işlevine göre oluşmuş olduğunu belirtmiştik. İşte her organımız kendi işlevine özgü sinyalleri aldığında kendi işlevini yerine getirmek için harekete geçmektedir. Her sözün ve her düşüncenin, duygunun kendine özgü bir frekansı vardır. içinde bulunduğumuz psikolojik durumlarımızı yansıtan, psikolojik durumlarımıza göre değişik frekanslara sahip olan frekanslardır. Psikoloji durumlarımıza ait bu frekanslarımızı önce beynimiz alır ve beynimiz bunları vücudumuzun iç yapımıza yansıtır. Yansıtılan bu frekansları vücudumuzu oluşturan organlarımız ve bu organlarımızı oluşturan hücrelerimiz tarafından algılanır.
Hücrelerimiz algıladıkları bu frekanslara karşılık eşdeğer bir frekans yayınlayarak cevap verir. Yani her organımız ve her hücre yapımız kendisi ile ilgili frekansları algılar ve onları değerlendirir ve ona karşılık verir. Kendisini ilgilendirmeyen başka frekansları, yani başka duygusal ve psikolojik durumları algılamaz, onlara cevap vermez. Demek ki her organın hücre yapısı öyle özel bir yapıya sahip bulunmaktadır ki, yalnızca kendisini ilgilendiren frekansları veya sinyalleri algılar ve bu algılama durumuna göre de işlemini yapar. organlarımız ve o organlara özgü olan hücrelerimiz kendilerini ilgilendiren, kendilerine özgü frekansları algıladıktan sonra onları DNA veya genetik yapımızla veya hücre yapısıyla çevresine frekans şeklinde yayınlar. İşte genetik yapımızın manevi ve psikolojik özelliklere sahip olması durumu bu durumdur. Genetik yapımız, hücrelerimiz bunları yayınlar fakat bu alanda yeterince bilimsel çalışma ve araştırma olmadığı için hücrelerimiz tarafından yayınlanan bu frekansların ya farkında değiliz veya farkında olsak bu frekansların ne ifade ettiğini bilmiyoruz. Bu frekansları, körlerin veya telgraf haberleşmesinde kullanılan mors alfabesine de benzetebiliriz. Bu alfabeler nasıl bir takım işaretlerden oluşuyorsa ve ancak o işaretlerin anlamlarını bilen ancak o alfabeyi okuyabiliyorsa, hücrelerimiz tarafından yayınlanan frekansların şifresini çözebilenler ancak o frekansları okuyabilenlerdir.
Dua ve ibaret gibi içinde bulunduğumuz manevi duygularımızı ilgili organlarımızın hücrelerin algılamakta ve bunları yayınlamaktadırlar. İçtenlikle yaptığımız dualar, öncelikle kalp ve beyin hücrelerimiz tarafından algılanmakta, değerlendirilmekte ve yayınlanmaktadır. Dua ve ibadetlerden sonra beden yapımızda duyduğumuz huzur, rahatlık duygusu dualarımızın hücrelerimiz tarafından algılandığına ve değerlendirildiğine bir işarettir.
Dua ve ibadetlerimizden sonra bir rahatlık ve huzur duymuyorsanız bu dua ve ibadetlerinizin en başta kalp ve beyin hücreleriniz tarafından algılanmamış demektir.
Bir başka deyişle, genetik yapımız içinde 30 bin materyalist diyebileceğimiz şifre varsa onun karşıtı olarak 30 bin tane de manevi diyebileceğimiz şifre bulunmaktadır. nasıl madde ve madde karşıtı varsa, hücre yapımızda da ne kadar maddemsi olgu varsa o kadar da manevi olgu olduğu düşüncesindeyiz.
Eğer yaşamımızda gerçek bilime ulaşmak istiyorsak maddesel bilimi kabul ettiğimiz gibi madde dışı denilen varlıklarında varlığını bilimsel olarak kabul etmeliyiz. Yani bilimi yalnızca maddesel varlığı ve görünümü ile değil, madde dışı dediğimiz varlıkların da varlığını kabul etmeliyiz ve bunların ikisini birlikte değerlendirmeliyiz. Biz, yani insanlık ancak o zaman gerçek bilime ulaşabiliriz.
Peki, hücre ve hücre içi varlıkların görev ve işlevlerini az çok açıklamaya çalıştık, peki atom denilen varlık nedir? atomun hücreden bir farkı var mıdır? Atom da aynı görev ve işlevlere sahip değil mi?
Daha önceki bölümlerde, “Maddenin hücreleri atomlar, canlıların atomları da genetik yapısıdır” diyebiliriz. Yani atomla hücre arasında işlev bakımından nasıl bir fark yok her ikisi de özde birse, kuantumla genetik yapılarında işlev bakımından aralarında bir fark yoktur. Yani kuantum ile genetik yapı veya sistem her ikisi de özde birdir.
Bugünkü bilim atomu cansız, hücreyi canlı olarak tanımlamakta ve kabul etmektedir. Acaba doğru mu? Evet bugünkü bilime göre doğru ama bilimin bilgisini biraz daha derinleştirirsek, atomun özüne inersek, orada hücreden pek farklı bir şey göremiyoruz. Bir şey düşünün onun içinde akıl almaz bir enerji akıl almaz bir hareketlilik bulunsun, siz buna cansız diyebilir misiniz? Her canlının kendine özgü bir canlılık ifadesi varsa atomunda kendine özgü canlılık ifadesi bu olamaz mı?
Dünyamızda veya evrende öyle ortamlar var ki, bizim bilimsel anlayışımıza ve kabulümüze göre burada canlı yaşamaz diyoruz, canlının yaşamasına uygun değil diyoruz. Fakat bir de bakılıyor ki canlı yaşamaz  denilen ortamda o ortama uygun kendine özgü bir takım canlıların varlığı ortaya çıkıyor.
İnanın, atomun iç yapısıyla hücrenin iç yapısı arasında hiç olmazsa işlev bakımından bir fark bulunmamaktadır. İkisi de kendi bünyelerinde kendi yapılarına uygun işlevler görmektedir.
Biz, daha doğrusu bilim hücreyi canlı atomu sansız kabul ediyor değil mi?
Öyle ise gelin, bazı çevrelere fantezi gibi gelecek ama, şöyle bir mantık  yürütelim. Atom cansız yani ölü bir varlık. Bu durumda kendimize ve bilime şu soruları soralım ve cevabını arayalım.
Ölü yani cansız dediğimiz bir varlık hiçbir işe yaramaz bir varlıktır değil mi? o zaman ölü, cansız hiçbir işe yaramayan bu atomların insan vücudunda ne işi var? Ölü, cansız dediğimiz bu atomların vücudumuzda yokluğu veya eksikliği nasıl oluyor da hastalıklara neden oluyor? Ölü, cansız bu varlıklar nasıl oluyordu vücudumuzda kuvvet, sağlık, canlılık kaynağı oluyor? Vücudumuzda demir, çinko gibi madeni eksikliklerden meydana gelen hastalıkları gidermek için vücudumuza demir, çinko veren gıdaları veya ilaçları alarak hastalığımızı tedavi ediyoruz. Ölü, cansız atomlar, bu hastalıkları nasıl tedavi ediyor? Vücudumuz öyle bir çalışma sistemine sahip ki, hücre sistemimiz, vücudumuzu içinde ölmüş, işe yaramaz hale gelmiş hücreleri ve benzerlerini derhal vücudumuzdan dışarı atmaktadır. Bu sistemle çalışan vücudumuz ölü, cansız atomları ne yapsın, onları derhal bünyesinden dışarı atmaz mı? atom ve hücreler nasıl bir uyum ve anlaşma içindeler ki birbirlerine yardımcı oluyorlar ve birlikte vücudumuzun sağlığını koruyorlar? Bu ve buna benzer daha birçok sorular sorabiliriz. Bizim amacımıza bu kadar soru yeter diyerek bu soruların cevabını birlikte arayalım.
Yazının başlığı okunur okunmaz bazı kişilerin, “hoppala kuantum fiziğinin din ile ne ilgisi var, bu kadar da olmaz artık” dediğini duyar gibi oluyorum. Bunu bu şekilde söyleyenler de, düşünenler de haklıdırlar, çünkü din ve din anlayışı biz insanlara belli kurallar ve belli kalıplar içinde anlatıldı ve öğretildi. Yani, öğretilen kuralları uygularsan dindarsın, uygulamazsan dindar değilsin gibi bir anlayışın ve mantığın etkisi ile yetiştik. Dinin, belli şekillerin ve belli kalıpların uygulanması olmadığını çok geç öğrendik. Bu öğrendik sözcüğünü belirli k işiler açısından söylüyorum, yoksa bunu halâ öğrenememiş büyük bir çoğunluk bulunmaktadır.
Din nedir; sorusunu soralım ve bunun cevabını bilimsel verilerde hep birlikte araştıralım.
Din; adına Allah dediğimiz bir yaratıcının ve bu yarattıklarını yöneten bir gücün varlığına inanmaktadır.
Peki, varlığına inandığımız bu yaratıcı ve yönetici gücün varlığını nerede ve nasıl göreceğiz?
Öncelikle Allah’ın yaratıcı ve yönetici varlığına bakalım. Allah’ın varlığını görebilmemiz için, adına “doğa” dediğimiz doğa varlığının var oluşunu sağlayan, oluşturan varlıkların var oluş ve işleyiş sistemlerini bilimsel olarak incelemeye çalışalım. İncelemenin özüne inmesek bile hiç olmazsa yüzeysel olarak fakat akılcılıkla bakmaya çalışalım.
Doğa varlığının işleyiş sisteminin öz yapısına inebilmemiz için, o varlıkların en alt birimine inmeliyiz. Doğa varlıklarının en alt birimi “Atom ve Hücre”dir.
Doğadaki varlıkları oluşturan en alt birim olan atom ve hücre, insan denen varlığın yapısının da en alt birimini oluşturmaktadır. Dolayısıyla doğayı olsun, insanı olsun tanımak ve anlayabilmek için öncelikle onların oluşumunu oluşturan atom ve hücre yapısını çok iyi bilmemiz gerekir. atom ve hücre yapısının işlevini bilmeyen bir insanın, ne doğayı ne insanı ve ne de Allah’ı bilmesi ve anlaması mümkün değildir.
Gelin, çok basit ve anlayacağımız bir şekilde maddelerin ve varlıkların temel taşlarından biri olan atom varlığını yüzeysel de olsa anlayabileceğimiz bir şekilde öğrenmeye ve anlamaya çalışalım.
ATOM:
Atomun, varlığını ve maddenin en küçük parçası olduğunu sanıyorum. Atomun varlığı eski Yunan medeniyetlerinde M.Ö.’den beri bilinmektedir. Yakın bir tarih diyebileceğimiz zamana kadar okullarda kimya dersinde, “maddenin en  küçük parçası atomdur” – “atom, maddenin parçalanamayan en küçük parçasıdır” diye öğretilirdi. Laboratuarlarda elektro mikroskopla atom yapısının iç varlıkları görünüp incelenmeye başlandıktan sonra, atom hakkındaki bütün bilinenler değişime uğradı. Önceleri bütün maddelerde ortak bir atom varlığı kabul edilirken, atomun elektro mikroskoplarla incelenmeye başlandıktan sonra, atom hakkındaki bütün bilinenler değişime uğradı. Önceleri bütün maddelerde ortak bir atom varlığı kabul edilirken, atomun elektro mikroskoplarla incelenmeye başlanmasıyla, daha doğrusu atomun iç yapısına girildiğinde, her maddenin kendine özgü atom yapısına sahip olduğu görüldü. Atomun içinde bir çekirdek denilen parça ve bu çekirdek denilen parçanın etrafında dönen nötron ve elektronlar. İşin en enteresan ve orijinal tarafı her maddenin, atomun içindeki nötron ve elektron sayısının değişik olmasıdır. Her atomdaki elektron sayısının değişik olması, o atomun nitelik ve özelliklerinin değişik olmasını ifade etmektedir.
Atomun yapısı içinde en küçük parçacığın çekirdek ve elektronlar olduğu sanılırken, çekirdeğin de içinde küçük parçacıklar olduğu tespit edildi. Çekirdek içindeki bu küçük parçacıkların önce üç parça olduğu ve bu parçacıklara Quantu-Kuantum denildi. Fakat son bilimsel araştırmalar bu kuantum parçacıklarının sayısı üzerinde yeni buluşlar ortaya çıktı. Bu sayı önce beş, daha sonra altıya çıktı. Bu sayı daha artacak mıdır, bugün içinkesin olarak bilinmiyor.
Peki, bütün bunlar atom yapısında neyi veya neleri ifade etmektedir?
Bunu açıklayabilmek için öncelikle atom çekirdeğinin ne olduğunu bilmemiz gerekir. atom çekirdeği kendine özgü bir çekim kuvvetine sahip bulunmaktadır ve bu çekim kuvveti sayesinde çevresinde elektronlar, proton ve nötronlar dolaşmaktadır. Bütün bunlar, atom çekirdeğinde çok büyük bir elektriksel güç, elektriksel enerji oluşturmaktadır.
Bir atom çekirdeğinin parçalanması sonucu çok büyük bir enerji ortaya çıkmaktadır. Atom bombası denilen enerji de işte bu çekirdeğinin parçalanması sonucu ortaya çıkan bir enerjidir. Atomun parçalanmasından elde edilen enerjiyle çalışan bir atom denizatlısı yapıldı. Bu atom deniz altısı bütün dünyayı deniz altından dolaşıp geldi. Bunun için ne kadar yakıt kullanıldı biliyor musunuz? Portakal büyüklüğünde bir uranyum kullanıldı. Bu, binlerce atom petrole yakın enerji demektir. Bununla bir atom tanesindeki enerjinin gücünü düşünebiliyor musunuz?
Bu açıklamalarla şu hususu belirtmek istiyorum. Bilimsel verilere göre bir insanın beden yapısı 60 ile 100 trilyon hücreden oluşmaktadır. Bir hücrenin içinde kaç atom bulunmaktadır, bu da kesin ve sabit bir sayı ile açıklanabilmiş değildir.
Şimdi de bir tek atom parçasının yapısını ve özelliklerini, yine yüzeysel olarak açıklamaya çalışalım.
Bütün atomlar kendi yapılarına ve özelliklerine özgü çevrelerine ışın, vibrasyon, titreşim, manyetik dalga, elektronik dalga gibi benzer yayınlar yaparlar. Bu durumu fizikçi Nick Herbert şöyle açıklamaktadır: “Dünya, sadece yüzeysel baktığımız zaman madde görüntüsü veren, aslında durmaksızın akın bir dalga çorbasıdır”. “Olanlarla olacakları bizler gözlem aletlerimizle belirlemekteyiz” diyen Bohr’a, John Wiheler “Bizler sadece gözlemce değiliz, olanları anlatma hakkımız olduğu gibi, oluşturan da yine bizleriz” diyerek, Bohr’un bu görüşlerine katılmaktadır.
Bilimsel olarak yapılan bu gözlemler nelerdir ve bu oluşumları da oluşturan yine bizleriz demekle ne denmek istenmektedir?
Bir atom taneciği proton, nötron, elektron ve çekirdekten oluşmaktadır. Fakat çekirdeğin içinde de kuantum denilen parçacıkların bulunduğu da son bilimsel araştırmalarla ortaya çıkarılmıştır. Bu kuantum parçacıklarının sayıları ne olursa olsun, üçlü gruplar halinde bulundukları saptanmıştır. Bunlara da kuark grubu denilmektedir.
Şimdi atom üzerinde yapılan araştırmalara, çok eskilere gitmeden, yakın tarihlerdeki bilimsel açıklamalar şöyle bir bakalım:
1831 – Michael Faraday: Mıknatısın etrafında hatlar meydana getiren görünmez manyetik kuvvetlerin var olduğu hipotezini ortaya attı.
1861 – James Maxwel : Elektro manyetizma kanunlarını formüle etti. Buna göre ışık, elektromanyetik bir dalgaydı.
1900 – Philippe Lenard: Elektronun foto-elektrik olayında rolünü ortaya koydu.
1905 – Albert Einstein : “Quantifiye olmuş ışıklı enerji modelini” teklif etti.
Foton : Bu, kara madde içinde ve foto-elektrik olayında, enerji değişimlerinin quantifikasyonunu izah etmeye izin verdi. Bir ışık dalgasının (huzmesinin, demetinin) enerji “uniform” (tek biçimli) olarak dağılmaz ve fakat “ışık tanecikleri” içinde yoğunlaşmış (konsantre olmuş) vaziyette dağılır ki bunlara foton denir. fotonlar, “belirlenmiş bir miktar enerji” taşırlar. Bir Foton’un enerjisi, dalga boyuna (uzunluğuna) bağlıdır.
Bundan sonraki açıklamalarımızda sık sık geçeceğinden bu iki terimin tanımını açıklamakta fayda var.
Foto: Işık
Foton: Işık veren, ışık tanecikleri taşıyan parçacıklar
Fotoelektrik: Işığın etkisiyle elektrik üretme-ışık ışımılarının etkisiyle oluşan her türlü elektrik olayı
Kuantum: Enerji paketçikleri, ışık enerjisinin  dalga paketleri halinde aktarılması
1923 – Arthur H. Compton: X ışınlarının uzunluğunun, hafif atomlar tarafından yayıldıklarında arttığını belirledi. Bu, X ışınları cismin tabiatlarını (özelliklerini) ortaya koydu.
Yani, atomlardan ve hücrelerden, aslında hücrelerden sandığımız X ışınları da, o hücrenin içindeki atomdan yayınlanan ışın veya ışınlardır. Bu ışınlar, yayınlandığı atomun veya hücrenin bazı yetenek ve özelliklerini yansıtmaktadır. İler7ide yapacağımız açıklamalarda bu husus lütfen hatırlayınız.
1926 – Eryin Schroedinger: Atomlardan yayınlanan dalgaların işlevinin zaman içnide tekamülünü (gelimşimini-olgunlaşmasını) tanımladı.
1926 – Max Born: Atom dalgalarının işlevlerine bir izah (açıklama) getirdi.
Bir mekânda bu dalgaların varlığı orada bir parçacığın varlığının ihtimalini (olasılığını) temsil eder.
Bir başka deyişle, bir maddeden, atomdan yayınlanan dalgalar, o maddenin varlığının kanıtı olmaktadır. Yer altındaki madenlerin bulunması; madenlerin yayınladıkları kendilerine özgü dalgaların aparatlarla algılanması ve değerlendirilmesi sayesinde olmaktadır. Çünkü her maden ya da madde kendi atom yapısına göre ve kendine özgü bir dalga, yani frekans yayınlamaktadır. Yayınlanan bu dalgalar, frekanslar değerlendirilerek, görünmediği halde yer altında hangi madenin bulunduğu tespit edilebilmektedir.
1927 – Clinton Davisson ve Lester Germer: Elektronların dalgalar gibi davrandığını (etkin olduğunu) iddia ettiler.
Aynı zamanda bu dalgalar, kendilerini oluşturan elektronların davranışlarının da kanıtı olmuyor mu?
1929 – Estermann ve Otto Sterin: Ağır moleküllerinde dalgalar gibi davrandığını, etkin olduğunu ortaya koydular.
Fizik biliminde fizikçiler arasında, ışığın parçacık mı, dalgacık mı olduğu hususu uzun süre tartışılmıştır.
Örneğin Newton’a göre, ışık parçacık akımıdır, bazı fizikçilere göre ise ışık tamamen dalgacıktıor.
Einstein ise, ışığın hem dalgacık hem de parçacık karakterinde olduğunu ortaya koymuştur. Doğrusu da budur. Çünkü ışık bu iki özelliğe de sahip bulunmaktadır. bunu iler7ide yapacağımız açıklamalarda sizler de göreceksiniz.
Max Planck: Atom çekirdeğinin içindeki parçacıklara Quant-Kuant kavramını ilk kullanan kişi olmuştur.
Einstein ise kuant kavramını Foton kavramı ile eşdeğer olarak kullanmıştır. Çünkü Einstein’a göre Foton: ışık veren ve ışık taneciklerini taşıyan parçacık olarak tanımlanmaktadır.
Foton için “optik Quant” kavramı da kullanılır. Çünkü fotonlar aynı zamanda elektro manyetik kuvvetlerin etkileşim partikülleri olarak kabul edilmektedir.
Parçacık (partikül) Teorisi ve Dalga teorisi; ışık parçacıklarından meydana gelir, ancak bazı açılardan da dalga gibi davranır.
Evren üzerinde var olan bütün varlıklardaki görünen enerji ve maddi olan ne varsa kuantlardan oluşmuştur, kuantlardan meydana gelmiştir. Bir fotonun taşıdığı enerji değişebilir.
Örneğin kırmızı ışık fotonu, yeşil ışık fotonundan daha az enerji taşır. Bbir fotonun taşıdığı enerji miktarını bilirsek, enerji tipini belirleyebiliriz. Daha fazla enerjisi olan fotonların  kütlesi daha büyüktür. Bu manada, daha ağırdırlar ve bir engele çarptıklarında daha büyük bir basınca sebep olurlar.
Evrendeki bütün dalgalar osilasyonların, yani salınım ve titreşimler sonucu oluşmaktadır. Bütün dalga hareketleri iki ana yapıya sahip bulunmaktadır; Frekans ve dalga boyu.
Buraya kadar bütün yazdıklarımızı Albert Einstein’ın görelilik ve izafiyet teorisi denilen formül ile formüllendirebiliriz.
Enerji = kütle x ışık hızının karesi. (E = mxc2)
Bu formülde : E = Enerji, M = Kütle ve C = ışık hızı’dır.
Einstein’ın bu teorisi, bilim dünyamız ile yaşamımıza neler kazandırmış ve kazandıracaktır?
Bu teoremle maddi varlıklar yalnızca göründükleri cisimsel varlıklarıyla ele alınmadı, aynı zamanda o maddelerin iç varlıklarına girildi ve daha da girilecektir. Madde varlığının iç varlığına giriş, bilim insanını yalnızca maddelerin “maddi yapısını” değil, ayrıca onun psikolojik veya maddi yapısından da önemli olan akıl ve ruh varlığı da denilebilen tarafını incelemeye doğru götürecektir.
Einstein bu teori ile, madde ve enerjinin aslında aynı şey olduğunu ortaya koymuştur. Yani, maddenin aslında enerjinin bir görüntüsü olduğunu kanıtlamıştır.
Buna göre; kolaylıkla ışığın bir madde olduğu söylenebilir. Çünkü madde enerjiye dönüşebilmektedir. Bunun en tipik örneği, Maddedeki atom yapısının elektrik enerjisine ve atom bombasına dönüşmesidir.
Evrende var olan bütün varlıklar, yani atom ve hücresel yapıya sahip bütün varlıklar, evrene sürekli olarak yapılarından enerji yayarlar.
Enerji çok hızlı bir madde veya madde çok yavaş (veya durağan) bir enerjidir. Aradaki fark “hız”dır. elektrik akımının bir iletici vasıta ile iletilmesi gibi, canlılığın iletimi içinde genetik birimlerine ihtiyaç vardır.
Evrende herşey zıddıyla birlikte vardır. bu bilimselliğin gereği olarak, maddenin de bir karşıtı ya da simetriği mevcuttur. Anti-madde (karşıt madde-zıt madde).
Madde artı değildir. Sıfırdan daha ağır, uzun, buna mukabil yavaştır. Enerji ışık hızında devindiğinde, hareket ettiğinden sıfır değerlidir. Madde, kütlesini bu hızda muhafaza edemez, koruyamaz. Kuantlara (boyutsuz, ağırlıksız) varlıklara dönüşerek kütlesini yitirir, sıfırlar. Işık hızına ulaşan bir insanın öz kütlesi sıfır grama iner, boyu da sıfır cm.dir, yani maddi varlığı ortadan kalkar.
Eğer madde, ışık hızının ötesine ulaşırsa, bu kez eksi değerden söz edilir. bu değerler bugün elimizde mevcut araçlarla ölçülemez. Dolayısıyla böyle bir varlık ölçülemez ve görülemez. Örneğin, şuur/bilinç böyle bir varlıktır, yani uzay-zaman boyutunun dışında beşinci bir boyuttur. Eksi bir uzay-zaman boyutunda nur (enerji) olarak mevcuttur. Bu eksi parçacıklara “Takyon” adı verilmektedir. Takyon: Hızlı parçacık demektir.
Enerji maddeye hükmeder, Takyonlar ise şuur-bilinç enerjisine hükmeder.
Takyonlar aleminden bilinç, şuur aleminde varlıklar, 100.000 km uzunluğunda ve eksi 100.000 kg ağırlığında olabilmektedir. Bunlara latif varlıklar da denilebilir.
Madde, hareket halinde ışıktan daha hızlı olduğunda, yani, ışık hızını aştığı zaman kendine yeni bir kütle kazanır. Fakat, bu kütle eksi bir kütledir. Burada her şey ışıktan daha hızlı bir osilâsyona, titreşime sahip olduğu için maddi alem tarafından idrak edilemez. Bu alemin diğer ismi “misal alemi”dir. bu alemde her şey madde aleminin tersine davranır, maddeler yere düşmez yukarı hareketlenir. Bunlar maddi alemin hakimleridir. Şuurun birleşimi yani maddi boyutlara hükmeden takyonik boyut olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda şuur üst mana buutudur.
Şuurun, bilincin oluşum mekanı kuvvetle muhtemel beyindir.
Beynimiz somut bir varlıktır, ama düşüncelerimiz, duygularımız, rüyalarımız ve benzerleri soyut varlıklardır. Ölçülemezler, elle tutulamazlar, gözle görülemezler. Ama insanlar yönetirler. İşte bu düşüncelerimiz ve duygularımız sayesinde bedenimizi terk eder, bilmediğimiz yerlere gideriz. Sayısız fanteziler üretebilir, hatıralarla baş başa kalabiliriz. İşte bu noktada bütün varlıkların şuurlu, bilinçli düşüncelerin, aşk, duygu, sevgi, düşünce, rüya, hayal, zeka, idrak, akıl ve benzerleri maddi bedenimiz olarak, “değildir” görüşü daha kuvvetli görünmektedir. Oysa, son elli yılda yapılan incelemelerde kuantların altyapıları incelenmiş ve bir çok “Quant altı varlığına” ulaşılmıştır.
Yüzyılımızın başında ortaya atılan iki teori, fizik ve felsefe dünyamızı çok derinden etkiledi. Bunlar kuantum ve rölâtivite teorileriydi. Rölativite teorisi tek başına, kendi başına kendi yolunda yürüyen bir kişinin ürünüyken, kuantum teorisi; Planck, Einstein, Bohr, De Broglis, Schroetmger, Heisenberg, Diroc ve Poul gibi Nobel ödülü kazanmış kişilerin katkılarıyla oluşmuştur.
Otuz yıl kadar süren bir arayışın sonunda da “kuantum mekaniği” denilen yeni bir bilim felsefesi oluştu. İlerde açıklamalarımızda faydalı olur umuduyla bazı terimleri açıklayalım.
Kuantum mekaniği; Atom altı parçacıkların fiziksel yapılarını (konum, momentum gibi…) matematiksel bazı denklemlerle açıklama sistematiğidir.
Dalga boyu: Belli bir anda, bir dalga tepesinden en yakın dalga tepesine olan mesafedir.
Elektromanyetik dalgaların oluşturduğu; gama, x, mor ötesi görünen ışık ve kızıl ötesi ışınlarıyla, mikro dalgalar, radyo, radar ve televizyon dalgalarını farklı özellikler göstermesi, sadece aralarındaki dalga boyu farklılıkları nedeniyledir. Bu farklılıklar ise, elektromanyetik dalgaları taşıyan, adına “foton” dediğimiz parçaların oluşturduğu enerji miktarına bağlıdır. Foton’un enerjisi ne kadar fazla ise dalga boyu (iki dalga tepeciği arasındaki mesafe) o kadar kısadır.
Frekansı ise; bir saniyede belli bir yerden geçen dalga sayısı, o kadar fazladır.
1926 – Eryin Schroedinger: Atomlardan yayınlanan dalgaların işlevinin zaman içinde tekamülünü (gelişimini-olgunlaşmasını) tanımladı.
1926 – Max Born: Atom dalgalarının işlevlerine bir izah (açıklama) getirdi.
Bir mekânda bu dalgaların varlığı orada bir parçacığın varlığının ihtimalini (olasılığını) temsil eder.
Bir başka deyişle, bir maddeden, atomdan yayınlanan dalgalar, o maddenin varlığının kanıtı olmaktadır. Yer altındaki madenlerin bulunması; madenlerin yayınladıkları kendilerine özgü dalgaların aparatlarla algılanması ve değerlendirilmesi sayesinde olmaktadır. Çünkü her maden ya da madde kendi atom yapısına göre ve kendine özgü bir dalga, yani frekans yayınlamaktadır. Yayınlanan bu dalgalar, frekanslar değerlendirilerek, görünmediği halde yer altında hangi maddenin bulunduğu tespit edilebilmektedir.
1927 – Clinton Davisson ve Lester Germer: Elektronların dalgalar gibi davrandığını (etkin olduğunu) iddia ettiler.
Aynı zamanda bu dalgalar, kendilerini oluşturan elektronların davranışlarının da kanıtı olmuyor mu?
1929 – Estermann ve Otto Sterin: Ağır moleküllerin de dalgalar gibi davrandığını, etkin olduğunu ortaya koydular.
Fizik biliminde fizikçiler arasında, ışığın parçacık mı, dalgacık mı olduğu hususu uzun süre tartışılmıştır.
Örneğin Newton’a göre, ışık parçacık akımıdır, bazı fizikçilere göre ise ışık tamamen dalgacıktır.
Einstein ise, ışığın hem dalgacık hem de parçacık karakterinde olduğunu ortaya koymuştur. Doğrusu da budur. Çünkü ışık bu iki özelliğe de sahip bulunmaktadır. bunu ileride yapacağımız açıklamalarda sizlerde göreceksiniz.
Max Planck: Atom çektirdiğinin içindeki parçacıklara Quant-Kuant kavramını ilk kullanan kişi olmuştur.
Einstein ise kuant kavramını Foton kavramı ile eşdeğer olarak kullanmıştır. Çünkü Einstein’a göre Foton: ışık veren ve ışık taneciklerini taşıyan parçacık olarak tanımlanmaktadır.
Foton için “optik Quant” kavramı da kullanılır. Çünkü Fotonlar ayna zamanda elektro manyetik kuvvetlerin etkileşim partikülleri olarak kabul edilmektedir.
Parçacık (partikül) Teorisi ve Dalga teorisi; ışık parçacıklarından meydana gelir, ancak bazı açılardan da dalga gibi davranır.
Evren üzerinde var olan bütün varlıklardaki görünen enerji ve maddi olan ne varsa kuantlardan oluşmuştur, kuantlardan meydana gelmiştir. Bir fotonun taşıdığı enerji değişebilir.
Örneğin kırmızı ışık fotonu, yeşil ışık fotonundan daha az enerji taşır. Bir fotonun taşıdığı enerji miktarını bilirsek, enerji tipini belirleyebiliriz. Daha fazla enerjisi olan fotonların kütlesi daha büyüktür. Bu manada, daha ağırdırlar ve bir engele çarptıklarında daha büyük bir basınca sebep olurlar.
Evrendeki bütün dalgalar osilasyonların, yani salınım ve titreşimler sonucu oluşmaktadır. Bütün dalga hareketleri iki ana yapıya sahip bulunmaktadır; Frekans ve dalga boyu.
Buraya kadar bütün yazdıklarımızı Albert Einstein’ın görelilik ve izafiyet teorisi denilen formül ile formüllendirebiliriz.
Enerji = kütle x ışık hızının karesi. (E = mxc2)
Bu formülde: E = Enerji, M = Kütle ve C = ışık hızı’dır.
Einstein’ın bu teorisi, bilim dünyamız ile yaşamımıza neler kazandırmış ve kazandıracaktır?
Bu teoremle maddi varlıklar yalnızca göründükleri cisimler varlıklarıyla ele alınmadı, aynı zamanda o maddelerin iç varlıklarına girildi ve daha da girilecektir. Madde varlığının iç varlığına giriş, bilim insanını yalnızca maddelerin “maddi yapısını” değil, ayrıca onun psikolojik veya maddi yapısından da önemli olan akıl ve ruh varlığı da denilebilen tarafını incelemeye doğru götürecektir.
Einstein bu teori ile, madde ve enerjinin aslında aynı şey olduğunu ortaya koymuştur. Yani, maddenin aslında enerjinin bir görüntüsü olduğunu kanıtlamıştır.
En son olarak Maurane, “Ayrıştır, ayrıştır, ayır. Bu işin sonu yok” sözüyle atom biliminin derinliğini ve sonsuz denecek kadar sınırsızlığını belirtmektedir.
(Atomla ilgili bu açıklamalarımız için sayın Dr. Hakkı Açıkalın’ın Internet kanalındaki QANTUM FİZİĞİ hakkındaki bilgilerinden yararlanılmıştır).
HÜCRE:
Görsek de görmesek de evrende var olduğunu kabul ettiğimiz bütün varlıkların temel yapısı, temel taş, atom ve hücre denilen gözle görülmeyen, elle tutulmayan küçük parçacıklardan oluşmaktadır. Atomun bugün için bilinen bazı bilimsel içerikli özelliklerini açıklamaya çalıştık. Atomun ikiz kardeşi, hatta aynı yumurtadan olan ikiz kardeşi kadar birbirine benzeyen, adeta özdeş denecek kadar birbirini tamamlayan, bütünleyen “HÜCRE” yapısından da biraz söz edelim. Şunu içtenlikle söyleyebilirim ki, atom için yazdıklarımızı, yaptığımız açıklamaları hemen hemen aynen hücre yapısı ve işlevleri içinde söyleyebilir, yapabiliriz. Hücreyi ve hücrenin işlevlerini tanımak ve anlamak istiyorsanız, atom için yapılan açıklamaların hücre içinde yapıldığını kabul edebilirsiniz. Aklınızda bir şüphe kalmaması için yine de hücre hakkında bazı açıklamalar yapmaya çalışalım.
Hücrelerin incelenmesi ile canlı varlıkların fonksiyon ve kimyasının yapısına lütfen dikkat edin. Bu, hücre “kimyasının” anlaşılmasının temelidir. Özellikle elektron mikroskobunun bulunmasıyla hücre alanındaki çalışmalar hızla ilerlemiş ve tıp biliminde akıl almaz buluşlar ve gelişmeler olmuştur.
Hücre yapısında genellikle bulunan elemanlar şunlardır:
Öncelikle hücrenin yapısını sınırlayan plazma denilen dış zar, dış zarın iç kısmında hücre sıvısı denilen sitoplazma ve bu sıvının içinde bulunan hücre çekirdeği nukleus bulunmaktadır. pek tabii olarak hücre çekirdeğini de sınırlayan çekirdek zarı dediğimiz nukleol bulunmaktadır.
Sitoplazma denilen hücre sıvısının içinde ribosomlar, sentrol, mitokonriomlar, lisozomlar, golki cihazı denilen parçacıklar bulunmaktadır. burada tıp ve hücre bilgisi verecek değiliz. Biz, bize gerekli parçaları dikkate alarak açıklamalarımızı yapmaya çalışacağız. Fazla teknik ve bilimsel açıklamalara girmeden halk diliyle hücre içi oluşumları açıklamaya çalışalım.
Hücre sıvısının içinde birçok maddelerin oluşumu ile birlikte RNA, DNA ve birtakım genetik yapılar bulunmaktadır.
Atom ile hücre arasındaki benzerliğe lütfen dikkat ediniz.
Atomun çevremsinde olduğu gibi hücre yapısını da sınırlayan bir zar bulunmaktadır.
Hücrenin iç yapısında birçok parçacık bulunduğu gibi atomun içinde de elektron, nötron gibi parçacıklar bulunmaktadır. atomun bir çekirdek yapısı olduğu gibi hücrenin de bir çekirdek yapısı bulunmaktadır. atom çekirdeğinin içinde adına kuantum dediğimiz parçacıklar bulunduğu gibi, hücrenin içindeki çekirdek yapısında da atom çekirdeğinin içinde bulunan kuantum parçalarına benzer RNA, DNA ve genetik yapımızı oluşturan parçacıklar bulunmaktadır.
Atom, çevresine ışın ve elektron parçacıkları yayınlayarak etrafında elektromanyetik dalgalar oluşturmaktadır. Hücre yapımız da aynı vaziyette çevresine biyomanyetik dalgalarla biyoenerji yayınlamaktadır. Yalnız bizim vücudumuzdan yayınlanmakta olan manyetik dalgalar, atom tarafından yayınlanan elektromanyetik dalgalar mıdır? Yoksa hücreler tarafından yayınlanan biyomanyetik dalgalar mıdır? Bu iki dalgayı birbirinden kesin bir  şekilde ayırmak sanıyorum ki bugünkü bilimle mümkün değildir. Çünkü hücre yapımızın içinde atomlar da bulunmaktadır. iç içe olan bu iki varlıktan yayınlanan elektro ve biyomanyetik dalgaların kesin olarak birbirinden ayrımı yapılamaz inancındayım. Zaten bu ayrım da fazla önemli değil, önemli olan elektromanyetik dalga olsun, biyomanyetik dalga olsun, bunların ne olup ne olmadığı ve bunların bizim üzerimizdeki etkinliğidir. Önemli olan söz konusu bu dalgaları  kendi irademizle kontrolümüz altına alıp bizim onları kullanıp kullanamama durumumuzdur.
Biliyorsunuz elektrik; bir maddenin atomların içindeki elektron, pozitron, proton gibi parçacıkların hareketleri ile oluşan bir enerji türüdür. Bir başka deyişle elektrik; Atomlar arasında elektron alış verişi olayından oluşan bir oluşumdur.
Bu enerji türü aynen hürce yapımızda da bulunmaktadır. biliyorsunuz ki tıp biliminde, kalp ve beyin elektronlarımız çekilmektedir. Şüphesiz bu elektriksel akım, bizim hücre yapımızda oluşan ve yayınlanan elektromanyetik dalgalardır. Oysa bu elektromanyetik dalgalar vücudumuzda yalnızca kalp ve beynimizden değil, bütün organlarımızdan hatta bütün hücrelerimizden yayınlanmaktadır.
Bedenimizden yayınlanan elektromanyetik veya biyomanyetik dalgaları çok kaba ve yüzeysel bir benzetme ile evlerimizde, günlük yaşamımızda kullandığımız elektrik akımıyla da bağlantı kurarak açıklayabiliriz.
Evlerimizde her yere döşenen elektrik tesisatını bir düşünün. Bu elektrik tesisatında devreye sokulan bir aparat olamadığı zaman, bu tesisat yalnızca bir tel döşemesinden ibarettir. Ama devreye bir ütü, fırın, soba gibi benzeri aparatlar soktuğumuzda tellerdeki elektrik ütüde, fırında ısıya, televizyon aparatında görüntüye, radyoda sese, ampulde ışığa dönüşür. Elektriğin aparatlar aracılığıyla dönüşümlerini ve işlevlerini lütfen bir düşünün. Burada olan nedir? elektrik devresine sokulan değişik aparatlar elektriği kendi işlevlerine dönüştürmektedirler.
İnsan vücudunda da böyle bir elektik donanımı bulunmaktadır. peki, insan vücudundaki bu elektrik akımını değişik işlevlere, dönüştüren nedir? normal elektrik akımını değişik işlevlere dönüştüren değişik aparatlarını yerini, bizim vücudumuzda beynimiz almaktadır. Yani beyin yapımız, daha doğrusu düşüncelerimiz, düşünce yapımız, elektrik devresine sokulan ve elektriği değişik işlevlere dönüştüren aparatların yerini almakta ve düşüncelerimiz bu aparatların işlevlerini görmektedir.
Düşüncelerimiz, özellikle belli amaçlara yöneltilmiş, belli amaçlar üzerinde yoğunlaşmış düşüncelerimizin, inançlarımızın ve amaçlarımızın oluşmasında büyük etkinliği olmaktadır. Özellikle de şunu açıklamakta fayda var.
1- Gelip geçici, yüzeysel düşüncelerimizin etkinliği olmaz. Bu durumu şuna benzetebiliriz. Elimizde televizyon kumanda aleti ve bir kanala basıyoruz, televizyonda o kanalın görüntüsü oluşmadan  kumanda düğmesine basıp kanal değiştiriyoruz ve bunu devamlı yapıyoruz, sonra da doğru dürüst televizyon seyredemediğimizden şikayet ediyoruz.
2- Düşüncelerimiz ve amaçlarımız uğrunda hiçbir çalışma yapmıyoruz, hiçbir çaba sarf etmiyoruz ama, yan gelip yatarak amaçlarımızın olmasını düşünüyor ve istiyoruz. Nerede o yağma Hasan’ın böreği. Böyle bir börek ziyafeti varsa bize de verin. Eğer bu işlemi bir Allah inancı ile yapıyorsanız, çok büyük bir  yanılgı içindesiniz demektir. Allah’ınızı severseniz,söyler misiniz siz Allah’ı nasıl düşünüyor, nasıl hayal ediyorsunuz? Haşa huzurdan, siz Allah’ı bir kahyanız, bir vekilharcınız veya Alaaddin’in sihirli lambasındaki dev mi zannediyorsunuz? Siz yan gelip yatacaksınız, hiçbir çalışma, hiçbir çaba göstermeyeceksiniz ama, Allah sizin düşündüğünüz bütün düşüncelerinizi, dualarınızı derhal yerine getirecek.
Yok öyle bir şey, çalışmadan, hak etmeden nasıl bir üniversite diploması alamazsınız, çalışmadan da bir şey elde edemezsiniz. Siz, amacınız uğrunda elinizden gelen çalışmayı yapacaksınız, Allah’tan bu çalışmalarınızda size yardımcı olmasını, emeklerinizin boşa gitmemesini isteyebilirsiniz. Ama, yan gelip yatarak bir şey isteyemezsiniz. Dini çevrelerde bazı dua satan açıkgözler vardır. İnsanlara bir takım dualar satarlar, o duayı okudunuz mu veya üstünüzde taşıdınız mı işiniz iş, her işiniz tamam, işler tıkırında. Bu duaları okuyup da duadan beklentileri olmadı mı bazı insanlar, bu sefer Allah’tan ve dini inançlardan kuşkuya düşmektedirler. Oysa Kur’anda birçok ayette “Ancak çalışmalarınızın karşılığını alacaksınız” diye bizleri açıkça uyaran birçok ayet bulunmaktadır. bizler, bizleri uyaran bu ayetleri dikkate almıyoruz. Çalışmadan, bir çaba sarf etmeden yalnız dualarla yattığımız yerden her şeye sahip olmak istiyoruz. Yok böyle bir yağma.
BİYO FREKANSLAR:
Peki, amaçlarımızın ve düşüncelerimizin oluşmasında, düşünce yapımızın, düşüncelerimizin gücü ve etkinliği nedir?
Her düşüncemiz muhakkak olur mu?
Ve bu etkileme veya etkileşim olayı nasıl olmaktadır?
Defalarca, beden yapımızın 60 ile 100 trilyon hücreden oluştuğu belirtmiştik. Beden yapımızın  kendine özgü ortak bir frekansı olduğu gibi, her organımızın da kendine özgü bir frekansı bulunmaktadır. bütün frekanslar birbirini tamamlayan bir tarzda uyum içinde yayınlanmaktadır. Bu durumu bir orkestra uyumuna benzetebiliriz. Enstrümanlar değişik ama hepsi birlikte uyumlu bir müzik ortamı oluşturmaktadır. Bu orkestranın da şefi beynimizdir.
Beynimizin, bedenimizden yayınlanan biyomanyetik dalgalara etkisi nasıl olmaktadır? Veya beynimiz, frekanslarımızla nasıl uyum sağlamaktadır?
Bu durumu basit ve pratik bir örnekleme ile açıklayalım. Beyin yapımızı alıcı ve verici özelliğe sahip bir radyo istasyonuna benzetelim. Bir de elimizde bir radyo bulunsun. Radyomuzdan istediğimiz yayını dinlemek için ne yapıyoruz? Radyomuzun istasyon arama düğmesini çeşitli şekillerde çevirerek istediğimiz istasyonun yayın frekansını arıyoruz. O frekansı bulunca da radyomuz o istasyonun yaptığı yayını alarak bizim dinlememizi sağlamaktadır. işte bizler, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde beynimizden yayınladığımız elektromanyetik dalgalarımızı, yani frekanslarımızı, düşüncelerimizle radyo frekansları gibi yayınlamaktayız. Bu frekanslarımızı düşüncelerimiz oluşturmaktadır. Biz ne düşünüyorsak bu düşüncelerimize uygun frekanslar yayınlamaktayız. Eğer bedenimiz hakkında, hastalık ve sağlığımızla ilgili yayınladığımız frekanslar, bedenimiz organlarında uygun frekansla buluştuğu an, birbirlerini etkilemekte ve düşündüklerimizin oluşmasını sağlamaktadırlar.
Organlarımızı oluşturan hücrelerin yapısı, o organda yapacağı işleve uygun bir yapıya sahiptir. Organlarımız sağlıklı oldukları zaman yayınladığı frekans ile, hastalıklı olduğu zaman veya hastalanmaya başladığı zaman yayınladığı frekanslar değişiktir. Bir organda hastalık ilerlediği zaman o organın yayındığı frekans, hastalığın özelliği doğrultusunda değişime uğrar. Eğer beynimizde yayınladığımız frekanslar olumlu düşüncelere dayanan frekanslar ise, organımız hasta olsa bile, olumlu düşüncelerimizin yayınladığı frekanslar o organ üzerinde olumlu etki yapar. yok, düşüncelerimiz olumsuz ise frekanslarımız organı olumsuz etkiler ve organın hastalığını daha da kuvvetlendirir. Öylesine ki, organımız sağlıklı bile olsa, olumsuz düşüncelerimiz o organı olumsuz etkiler ve o organın düşüncelerimiz doğrultusunda hasta olmasını sağlar.
Düşüncelerimiz yalnız bedenimiz ve organlarımız üzerinde değil, sosyal yaşamımız üzerinde de etkili olmaktadır. Doğada var olan bütün varlıkların ve maddelerin kendine özgü frekansları olduğu gibi, bütün olayların ve oluşumların da kendine özgü frekansı bulunmaktadır. eğer düşüncelerimizle bir olayın oluşumu üzerinde yoğun olarak düşünürsek, o oluşumu, düşüncelerimize uygun bir şekilde olumlu veya olumsuz olarak etkileyerek değiştirebiliriz. Örneğin, bazı insanlar düşünce gücünü kullanarak bazı eşyaların yerlerini değiştirebilmektedir. Yine örneğin, bazı kişiler, gözleri ile maddelerin yerini değiştirdiği gibi onların şekil ve biçimlerini de değiştirebilmektedirler. Bazı insanlar da gözle görülmesi mümkün olmayan kapalı yerlerdeki veya uzaklıktaki şeyleri görebilmekte veya sesleri duyabilmektedir.
Şimdi haklı olarak şöyle bir soru sorabilirsiniz: Dua ile ir şey yapılamaz diyorsunuz ama dua ile yağmur yağdırıyorlar, bu nasıl olmaktadır?
Bu yağmur duası ile yağmur yağma olayında çok hassas ve dikkatlerden kaçan veya bilinmeyen bir olay, bir oluşum bulunmaktadır. Yukarıda açıkladığımız gibi evrende her olayın kendine özgü bir frekansı vardır. sesin, rengin, rüzgarın, bulutların, kısacası aklınıza gelen her şeyin bir frekansı vardır. yağmur duası veya benzeri dualarda da oluşan oluşum şudur;
Birçok dini inançlar içinde Musevi olsun, Hıristiyan veya Müslümanlıkta olsun, toplu dualar ve toplu zikir olayları vardır. bir örnek olarak yağmur duasını ele alalım.
Musevi inançta olanlar da, Hıristiyan, Müslüman inancında olanlar da ve hatta başka inanç ve dinlerdeki insanlar da yağmur duası yapmakta ve çoğunlukla da yağmur yağmaktadır. Dikkat edin, yağmur duasına çıkıp dua edenler, özellikle değişik dini inançta, hatta inançsız olanlar, aynı duayı okumuyorlar. Dünyamızda değişik dini inançtaki insanların yaptıkları yağmur dualarını ve merasimlerini bir araya toplarsak, yağmur duasının merasimlerinin filmlerini çekip bir araya getirebilirsek, kim bilir ne zıtlıklarla ve hatta bize gülünç gelecek ne görüntülerle karşılaşacağız. Peki ama bu kadar zıt ve gülünç görünümlü uygulamalara karşın yinede yağmur yağmaktadır. Bu nasıl olmaktadır? İşte buradaki hassas nokta şudur. Dua ve merasim görüntüsü altındaki uygulamada duyguların ve düşüncelerin birleşmesidir. Bu birleşme sonucu insanlardan yayınlanan frekanslar, doğada yağmur yağma esnasında oluşan frekanslarla birleşmesi ve özdeşleşmesidir. Yoksa, yağmur duası diye okunan duanın ne olduğunu, ne mana ifade ettiğini çoğunlukla okuyan kişi bile bilmemektedir. Örneğin, bizde olduğu gibi adam, Arapça olan duayı, “yağmur duası” niyeti ile ezberlemiştir. Ama bir kelimenin manasını bile bilmemektedir. Burada olan olay, o duayı okuyan da o duayı dinleyici olarak katılanlarda da, ortak bir istek ortak bir düşünce ve ortak arzu içinde olduklarından, kalplerinde aynı duyguyu, beyinlerinde aynı düşünceyi oluşturmaktadırlar. Kısacası, ortak bir amaç ve düşüncede birleşmektedirler. O anda orada bulunan herkes yağmurun yağmasını istemek, arzu etmek, duygu ve düşünceleri içindedirler. Bundan başka bir şey düşünmemektedirler. İşte bu oluşum içinde o duada bulunan bütün beyinlerden yayınlanan frekanslar, yağmur yağdıran frekansla uyum içinde olurlar ve bu frekanslar atmosfer içindeki yağmur frekanslarının, bir başka deyişle yağmur bulutlarındaki frekanslarla birleşip özdeşleşmektedir. Ve yine bir başka deyişle, düşüncelerimizle yayınladığımız yağmur frekanslarımız, evrendeki yağmur frekanslarını bir paratoner, bir mıknatıs gibi üzerine çekmekte, onu etkilemekte ve dolayısı ile yağmur yağmasına neden olmaktadır.
Peki, yağmur duasına çıkılıp yağmur duası yapıldığı halde bazı zamanlar yağmur yağmıyor. Bu neden böyle oluyor? Daha önce belirttiğimiz gibi, yağmur duasının etkili olabilmesi ve yağmurun yağabilmesi için, yağmur duasına çıkan herkesin aynı duygu ve düşünce içinde olmaları, yani aynı frekansı yayınlamaları gerekir; Topluluk içinde, topluluğa katılmış olmakla birlikte bu yağmur duasına inanmayanlar, şüpheyle bakanlar bulunabilir. İşte o topluluk içinde böyle kişilerin yayınladıkları olumsuz, karşıt manyetik dalgalar, diğer kişiler tarafından yayınlanan olumlu frekansları olumsuz yönde etkileyerek, yayınlanan yağmur frekanslarını zayıflatabilir veya etkisiz hale getirebilir.
Düşünce frekanslarımızın etkileme biçimi, şekli ve etkinliğinin sınırı nedir?
Düşünce frekanslarımızı genellikle iki şekilde kullanmaktayız. İçe dönek olarak, dışa dönük olarak. İçe dönük frekanslar bedenimizin iç organları üzerinde etkilidir. Düşüncelerimizin içe dönük durumdaki ilk ve en öncelikli işlevleri, beynimizde oluşan bilgilerin depolanma ve arşivlenme işlemidir. Beynimiz; 100 trilyon bilgiyi depolama ve arşivleme özelliğine, kapasitesine sahip bulunmaktadır. beynimizin bir bilgiyi öğrenip benimsemesi için üzerinde en az 15 saniye durması, yoğunlaşması gerekir. önem vermediği ve üzerinde 15 saniye durmadığı açıklamaları ve bilgileri depolayıp arşivlememekte, onları dışlayarak unutmaktadır. Örneğin, caddelerden geçerken birçok dükkan levhasını veya bir çok arabanın plâka numarasını okuyoruz ama beynimiz onları depolayıp arşivlemiyor.
İster içe dönük ister dışa dönük olsun, dua ve düşüncelerimizin etkin olması, örneğin; yağmur duaları gibi benzeri dualarda etkin olan dualar değil inançlarımızdır. İstediğiniz kadar dua edin, eğer içinizde inanç yoksa okuduğunuz o duaların hiçbir etkinliği, hiçbir değeri ve faydası olmaz.
Dışa dönük olarak yayınladığımız frekanslarda, beden yapımız dışındaki olay ve oluşumları etkileyen frekanslardır. Bu frekanslar içinde, yağmur duasını ve maddeler üzerinde yapılan etkileşimleri örnek olarak açıklamıştık.
Örneğin; Hiç tanımadığımız bir insanın yanında, nedenini bilmediğimiz bir huzursuzluk veya tam aksine tanımını yapamadığımız iç rahatlığı ve huzur duyarız. Bunun nedeni, yanında durduğumuz hiç tanımadığımız o insan tarafından o an içinde bulunduğu olumlu veya olumsuz duygularla yayınladığı düşünceleri, yani frekanslarıdır. Olumlu düşüncelerimizle çevremizi olumlu, olumsuz düşüncelerimizle de çevremizi olumsuz şekilde etkilemekteyiz. Bu ve buna benzer durumları yaşamınızda bir çok kez yaşamış olabilirsiniz. Bu durum, içinde bulunduğumuz düşüncelerimizi, bedenimiz dışına frekanslarla yayınladığımıza en güzel ve en yaygın örnektir.
TEVHİD
Dua, ibadet ve düşüncelerimizin etkili hale dönüşmesi nasıl olur ve bunun için ne yapmalıyız?
Dua, ibadet ve düşüncelerimizin amacına ulaşması için bunları TEVHİD içinde yapılması gerekir.
Peki, tevhid nedir?
Tevhid, gayet kısa ve öz olarak “birlemek-bir olmak” demektir. Birlemek, Allah’ı birlemektir. Bu da evrende görünen bütün varlıklarda Allah’ın varlığını ve bu varlığın özünde de Allah’ın birliğini yani TEK’liğini görebilmektir. İyi ama bu yeterli değildir. Bu işin yalnızca bir tarafıdır, yani yarısıdır. Bunun tamam olabilmesi için, yani tevhid olayında birliğin, bütünlüğün ve özdeşliğin sağlanabilmesi için insanın da kendi içinde, kendi varlığında Tevhid olabilmesi, tevhidi yakalayabilmesi gerekir.
Peki, insanın tevhid olabilmesi veya tevhidi yakalayabilmesi ne demektir ve bu nasıl elde edilir?
Bu, anlatımda çok kolay fakat uygulamada çok zor, hatta imkansız denecek  kadar çok zor bir durumdur. Bunu da, yani insanın  tevhid olabilme durumunu da kısaca; dil,  kalp ve beyin üçlüsünün bir olabilmesi şeklinde tanımlayabiliriz. İnsanın ister dini amaçlı, ister sosyal amaçlı olsun, amaçlarına ulaşabilmesi için tevhid içinde olabilmesi gerekir. bir başka deyişle, ancak bu iki tevhidin oluşması sonucu birbirleriyle bağlantı ve iletişim kurması mümkündür. Bu iki tevhidin birleştiği zamanlar ancak dualarımız, ibadetlerimiz veya düşüncelerimiz amacına, hedefine ulaşır. Tasavvufta, tevhid olayında, 1 + 1 = 2 etmez, tasavvufta, 1 + 1 = 1 eder, hattâ sonsuz birlerin toplamı “BİR” eder. Dua ve ibaretlerimizdeki amaç; Tasavvuftaki tevhid’i “bir”i yakalayabilmektir. Yani, içimizde ve karşımızdaki BİR’lerle BİR OLABİLMEKTİR.
Kur’andaki ayetleri hatırlayınız. Kur’andaki ayetlerle Allah insanları nasıl uyarmaktadır?
“Siz, açıklasanız da gizleseniz de biz sizin kalbinizden geçenleri biliriz”
                                               Mülk suresi: 67 / 13
“Siz, yaptıklarınızın gizli kalacağını mı sanıyorsunuz? Biz sizin düşündüklerinizi biliriz”
                                               Nalh suresi: 16 / 9
“Rabbin gökte ve yerde konuşulan her sözü bilir. O’ndan gizli kalan hiçbir şey yoktur. O işitendir, bilendir”
                                               Enbiya suresi 21 / 4
Peki bu nasıl olmaktadır?
Bu, beynimizden yayınlanan frekanslarla olmaktadır.
Çünkü, DÜŞÜNCELERİN DİLİ YOKTUR, DÜŞÜNCELERİN FREKANSI VARDIR. Duygu ve düşüncelerimizi dilimizden, yani sözlerimizden önce beynimizden frekanslarla çevremize yayınlamaktayız. Bunun içindir ki “laf aramızda kalsın” sözü kadar yanlış ve beni güldüren bir başka söz yoktur. Çünkü bizler, söylemek istediklerimizi dilimiz ile ifade etmeden çok daha önce, onları düşüdüğümüz an bir radyo yayını gibi çevremize frekans olarak yayınlamaktayız.
Tevhid olayını, dil, kalp ve beyin üçlüsünün bir olması diye tanımlamıştık. Bu ne demektir?
Dua ve ibadetlerimizde olsun veya başka işlemlerimizde olsun, dilimiz ile söylediklerimizi kalbimizde hissedeceğiz, duyacağız ve bunlar beynimizle onaylayacağız. Dilimizle bir şeyler söylerken kalbimiz başka duygular, beynimiz bambaşka düşünceler içinde ise, orada ulaşacak sağlıklı bir mesaj, bildiri oluşmaz, oluşamaz. Dolayısı ile yapılan bütün işlemler boşuna gider. Mesajlarımızın oluşması ve yerine ulaşması için dil, kalp ve beyin üçlüsünden bir “TEK” frekans oluşması ve tek frekans yayınlanması gerekir.
Bunun oluşması için dua ve ibadetlerimizde hangi dili kullanacağız?
KENDİ DİLİMİZİ KULLANACAĞIZ.
Çünkü Allah, biz kullarını yaratırken bizim dilimizi de genetik yapımız içine şifrelemiştir.
Bunu da Allah Kur’an da açıkça belirtmiştir.
Örneğin, “bir yaprağın düşüşünden bile biz haberdarız” diyen ve bizim kalbimizden ve beynimizden geçirdiklerimizi bilen Allah, bizim dilimizi bilmez olur mu? Bizi yaratan Allah, yarattığı kulunun dilini bilmez olur mu? Ve bu oluşumu da Kur’an da açıkça belirtmiyor mu? “Nerede olsanız o sizinle beraberdir. Çünkü size hayat veren ruhumuz ona bağlıdır”.
                                               Hadid suresi 57/4
Ve yine; “Allah’ın delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın (dillerinizin) ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda düşünenleriniz için alınacak dersler vardır”.
                                               Rum suresi 30/22
Dillerimizin de bize Allah tarafından verilmiş olduğu gerçeği daha başka türlü nasıl söylenilsin, nasıl anlatılsın?
Allah’a yalnızca Arapça dua edileceğini ısrarla söyleyenler, Allah’ı yüceltelim derken Allah’ı küçülttüklerinin farkında değiller mi? Allah’ı Arapçadan başka dil bilmeyen cahil, kültürsüz bir duruma düşürdüklerini düşünemiyor, göremiyorlar mı?
Allah’ınızı severseniz bu şekilde düşünenler Allah’ı nasıl düşünüyor, nasıl tasavvur ediyorlar, açıklayabilirler mi?
Açık kalplilikle, ön fikirlerden, peşin hükümlerden kendimizi kurtararak düşünelim. Kur’an da bu ayetleri açıklayan, sizin içinizde, ruhunuzda olduğunu söyleyen Allah nasıl olur da sizin dilinizi bilmez?
Sizi yaratan, fakat sizin dilinizi bilmeyen Allah’tan, Allah göstermesin, onun kudretinden hatta varlığından bile şüpheye düşmez misiniz? Bu nasıl bir Allah ki, Kur’an da, benim rengimi, dilimi bana verdiğini, benim kalbimden ve beynimden geçenleri bildiğini söylüyor, ama benim dilimi bilmiyor. Bu nasıl bir iş demez, böyle düşünmez misiniz?
Sonra, konuştuğunuz dili size veren ve sizin dilinizi sizden daha iyi bilen biriyle “Ben kendi dilimde değil, başka dille konuşup sizinle anlaşacağım” demenin gülünçlüğünü, mantıksızlığını ve saçmalığını düşünebiliyor musunuz?
Şöyle bir soru da gelip aklımıza takılabilir. Bırakalım dil tartışmasını, doğuştan ya da sonradan dilsiz olan insanlar var, peki bunlar Allah’a nasıl dua ve ibadet ediyorlar? Bunlar kendilerini yaratan Allah ile iletişim kuramıyorlar mı? bu gibi insanların durumu nedir? Bu ve buna benzer sorulara nasıl cevap vereceğiz? Lütfen, bana bir din gösterin, ibadet ve dualarının yarısı başka dille yarısı başka dille yapılıyor olsun.
Kur’an da ayetlerle, bizim de o ayetlere dayanarak ısrarla belirttiğimiz gibi, Allah kulları ile veya kulları Allah ile, kalp ve beyin hücrelerinden yayınları frekanslarla bağlantı ve iletişim kurmaktadır. Sevindiğimiz, üzüldüğümüz, korktuğumuz ve buna benzer duygular içinde olduğumuzda kalp atışlarımızdaki değişimi gayet iyi biliyorsunuz. Kalp, işte bu değişim içinde iken, bu değişime neden olan duygularımızı yansıtan frekans yayınlamaktadır. Tıp biliminde alınan kalp elektrosundaki grafiksel çizgilerin şifrelerini eğer çözümleyebilirsek, grafik çizgilerinden o anda o insanın veya insanların hangi duygular içinde olduğunu da anlayacağız.
Aynı durum beyin elektronları içinde söz konusudur. Beyin elektrosundaki çizgilerin şifresini çözümlediğimiz an, o anda beynimizden geçirdiğimiz düşüncelerimiz de anlaşılmış ve okunmuş olacaktır. Din ve Allah inancı zayıf olan kişiler Kur’an’da ki “Allah bir yaprağın düşmesinden bile haberdardır”, “Allah sizin kalbinizden geçenleri ve sizin düşündüklerinizi bile bilmektedir” mealindeki ayetlerle adeta alay etmektedirler. “Hadi canım sende, kalbimizden geçenler, aklımızdan geçen düşünceler de nasıl bilinecekmiş, buna imkan var mı?” gibi sözler söylemektedirler. İnanınız bunları bilebilmek için Allah olmaya gerek yok, geliştirilen yeni elektromanyetik aparatlarla çok kısa zamanda bu söylediklerimizi bizler de öğreneceğiz ve bileceğiz. Çünkü son geliştirilen elektro manyetik aparatlarla yalan söylediğimiz zaman, beyin hücreleri arasında olan değişimi bilim, çok güzel bir şekilde saptamış bulunmaktadır.
Aslında, gelişmekte olan elektromanyetik dalgalar üzerideki buluşlar ve buna dayanarak yeni elektromanyetik aparatlar, insan beden yapısında olsun, doğanın içinde olup da bu güne dek varlığı bilinmeyen birçok oluşum, saptanmaya ve günlük yaşamımızda bilinir ve kullanılır hale dönüştürülmeye başlanmıştır. Teknolojik bulgulara biraz dikkatle bakarsak bunlar görülebilir.
Örneğin, genetik yapımız üzerinde yapılan son bulgular akıl almayacak boyutlara ulaşmıştır. Korku gibi birçok duygularımızın, genetik yapımız içinde şifreler halinde bulunduğu ortaya konmuş durumdadır.
Elektromanyetik bilimin gelişmesi ile doğa biliminin veya insan bedeninde şimdiye kadar bilinmeyen birçok şeyler bulunmaya ve bilinmeye başlandı. Çok değil bundan 50 – 100 yıl önce, bilim dışı, fizik ötesi denilen birçok olay ve oluşumun bu gün, bilim dışı, fizik ötesi oluşumlar olmadıkları bilimsel bulgularla ortaya konmuş ve konmaktadır. Fakat bu arada insan oğlunun en büyük yanlışı ve yanılgısı, bilimsel bulgularla din bağlantısını, özellikle Kur’an’da ki bazı ayetlerle olan bağlantısını görememesi, görüp de kabul etmek istememesidir. Oysa biraz dikkat edilip bağlantı kurulabilse, elektromanyetik dalgalar üzerindeki son bulguların, Kur’andaki buna benzer birçok ayetin bilimsel ispatı olduğu görülecektir.
Elektromanyetik dalgalar üzerinde bilimsel araştırmalar yapan bilim çevrelerine içtenlikle bir öneride  bulunacağım, hatta önerinin üstünde bu alanda çalışmalar yapmaya açıkça davet edeceğim.
Önerim; Doğanın, canlı varlıkların ve özellikle insan yapısı tarafından yayınlanan biyofrekanslar, biyoenerjiler üzerinde bilimsel araştırmalarını yoğunlaştırmalarıdır. Özellikle bu araştırmalarını hücrelerimiz içine kadar indirgesinler. Hücrelerimiz tarafından yayınlanan frekansları yalnızca frekans olarak d eğil, o frekansların şifrelerini çözümlemek için üzerinde çalışsınlar…  Hücrelerin frekans şifreleri çözümlendiği an, insanın önünde yepyeni bilim dalları ortaya çıkacaktır. En başta bugüne dek parapsikoloji bilimi olarak ve fizik ötesi olayların oluşumlarını inceleme dalı olarak  kabul edilen parapsikolojik oluşumların, fizik ötesi olayların oluşumlar olmadığını, onların da bir nevi fiziksel olay olduğunu, yani biyolojik yapımızdan yayınlanan frekanslar ile düşüncelerimizin uyuşması, örtüşmesi sonucu olan olaylar olduğu görülecektir. Ve şahsen bu bilime de parapsikoloji adı değil, “Biyopsikoloji” adı verilmesi gerektiğine inanıyoruz.
Hücre yapısının içine girdiğimizde genetik yapımızın; atomun içine girerek Kuantum parçacıklarının şifrelerini çözümlediğimizde, bu güne dek “bilinmeyenler sınıfı” içinde toplanan ve bilim dışı denilen birçok olay ve oluşumun sırrı çözülecektir. Böylece, bilim dışı denilen olayların bilim içi ve bilimsel oldukları görülecektir.
Bu arada bir başka hususa daha değinelim. Evrende var olan bütün varlıkların, hatta varlık olarak bile kabul edilmeyen birçok şeyin kendine özgü bir frekans yapısı olduğunu, dolayısıyla bir frekans yayınladığını defalarca ve ısrarla belirttik. Buna dayanarak bazı çevreler, özellikle dini çevreler, her kelimenin, her sözün, hatta her harfin kendine özgü frekansı olduğunu söylemektedirler.
Burada dikkat edilmesi ve üzerinde bilimsel araştırma yapılması gereken husus: Kelimelerin, sözcüklerin ve harflerin sahip oldukları söylenilen frekans bizzat kendilerine ait olan frekans mıdır, yoksa algılanan ve o kelimelere, sözcüklere, harflere insanların düşünceleri ile oluşturdukları frekanslar mıdır? İşte üzerinde durulması gereken husus budur. Bu frekanslar; kelimelerin, sözcüklerin ve harflerin bizzat kendilerinin sahip olduğu frekanslar olsaydı, yayınlandıklarında çevrelerinde aynı etkiyi, aynı anlayışı oluşturmaları gerekirdi. Oysa kelimeler, sözcükler ve harfler algılayan kişiler tarafından çoğu kez başka başka anlamlarda algılanmakta ve değerlendirilmektedir. Bizce burada oluşan frekans veya frekanslar, kelimeler, sözcükler ve harfler tarafından bizzat yayınlanan frekanslar değil, onları algılayan insanlar tarafından algılanışına uygun olarak yayınlanan frekanslardır. Bir başka deyişle, o kelimeler ve sözcüklerin frekansları onların yayınladıkları değil, insanlar tarafından algılanmasına göre oluşan frekanslardır.
Bunun içindir ki aynı kelimeleri, sözcükleri kullandıkları halde çok değişik, hatta birbirine zıt olabilecek anlamlar ortaya çıkmaktadır.
Bu durumda değişen nedir?
Değişen, insanların algılaması ve bu algılamaya göre oluşan düşüncelerdir ve bu düşüncelere göre yayınladığı frekanslardır. Yani söylediğiniz sözlerin, dua ve ibadetlerinizde okuduğunuz duaların anlamlarını bilmiyorsanız, bunların hiçbiri sizin kalbinizde ve beyninizde bir anlam oluşturmayacaktır. Dolayısıyla da bir anlam taşıyan ve yansıtan her hangi bir frekans da oluşmayacaktır. Mesaj içeren bir frekans oluşmayınca da bir bağlantı ve iletişim olayı oluşmaz, oluşamaz. Bu, insanlar arasında da, kul ile Allah arasında da böyledir. Karşılıklı olarak bir bağlantının ve iletişimin kurulabilmesi için, ya aynı dili konuşacaksınız veya aynı frekansları yayınlayacaksınız. Hatta, bazı durumlarda aynı dili konuşsanız bile, yine de anlaşma olmayabilir. Aynı dili konuşan aynı topluluk içindeki insanlar arasındaki kavgaların, savaşların nedeni nedir? çıkar duygularının ve bu duygulara göre yayınlanan frekansların çatışması değil mi?
Peki, çıkar duygularının temel yapısı nedir? bu çıkar  duygularının kaynağı da, duygu ve düşüncelerimizin karşıt veya zıt olmasından kaynaklanmıyor mu? Bu da, karşıt veya zıt düşüncelerimizin yayınladığı frekanslardan oluşmuyor mu?yani, bizi anlaşılmaz, zıt ve düşman hale getiren karşıt düşüncelerimizin yayınladığı karşıt frekanslardır. Karşıt düşünceler karşıt frekansları, karşıt frekanslar da karşıt düşüncelerin oluşmasını sağlamakta, en azından karşıt düşünceleri kuvvetlendirmektedir. Bu, içinden çıkılmaz gibi görünen fasit bir çember gibidir.
BİYOFREKANSLARIN KAYNAĞI:
Frekans, frekans diye bir şey tutturmuşuz, peki bu frekans denilen olay nedir?
Bu frekanslar nereden kaynaklanmaktadır? Bu frekansların yaptırım ve etkin gücü nedir? bu ve buna benzer kafamıza takılan daha birçok sorular sorabiliriz. Örneğin bu frekansların din ve Allah inancıyla bir bağlantısı var mı? bağlantı varsa bu nasıl bir bağlantıdır. Gibi benzeri sorular…
Defalarca belirttiğimiz gibi, evrende var olan bütün varlıklar kendi yapılarına özgü bir frekans yayınlarlar. Bu frekans yayınlama olayı o maddenin atom ve hücre yapısına kadar inebilmektedir. Yani varlıklar, atom ve hücresel yapısına indirgene dek kendilerine özgü bir frekans yayınlarlar. Bu frekans yayınlama olayını atom ve hücre iç yapısına kadar indirgeyeceğiz. Çünkü, frekans dediğimiz olay, atom ve hücrenin iç yapısından kaynaklanan bir olaydır. Atom ve hücrenin iç yapısını bilmeden, anlamadan, atom ve hücrenin yayınladığı frekansı yeterince bilimsel olarak anlayamayız ve değerlendiremeyiz. Atom ve hücrenin iç yapılarını daha önce özet olarak belirtmeye çalıştık.
Yaşamımızda ve evrende oluşan bazı olayların değerlendirmesini yaparken, bu değerlendirmeleri dış görüntülere bakarak ve çok yüzeysel yapmamız en büyük yanılgımız ve en büyük yanlışımız olmaktadır. Olayların oluşumunu yalnızca sonuçları ile ele alarak değerlendiriyoruz. Olayları oluşturan öz yapıya inmediğimiz veya inemediğimiz için de sorunlarımıza köklü çözümler üretemiyoruz ve devamlı olarak aynı olaylar ve oluşumlarla yaşamımızı sürdürüp gidiyoruz. Örneğin: Sosyal sorunlarımızın oluşumunda insanın psikolojik yapısına ve genetik yapısına inmiyoruz ve dolayısıyla sosyal sorunlarımıza sağlıklı çözümler üretemiyoruz.dolayısı ile de sosyal sorunlar bitip tükenmeden devam edip gidiyor. Örneğin; sosyal yaşamımızda ve doğa olaylarının oluşumunda etkin  rol oynayan atom ve hücre yapısını, özellikle iç yapılarının etkinliğini göremiyoruz, bilemiyoruz, dolayısıyla da sosyal ve doğa sorunlarımıza sağlıklı çözümler üretemiyoruz.
Oysal yaşamımızda, hırsızlık cinayet gibi benzeri olaylarla birlikte korkularımızın, endişe, kıskançlık, intikam, sevgi ve nefret gibi daha birçok duygularımızın da genetik yapımızdan kaynaklandığını göreceğiz.
Bu, GEN veya genetik yapı dediğimiz olay başlı başına evrensel bir alem. Genetik yapının içine inildikçe derinleşen sonsuzluk ve sınırsızlık özelliğine sahip bir dünya ile, bir varlıkla karşılaşıyoruz. Bu genetik varlığın içinde taşıdığı ve sahip olduğu gücü, etkinliğini anlatabilmek de anlayabilmek de bu günkü bilim düzeyi ile imkansız bir durumdur.
Biz yine de, anlattıklarımızın ve anlatacaklarımızın daha iyi anlaşılabilmesi için Remzi Kitabevi’nin J.A.C. Brown tarafından yazılıp Dr. Reyhan Erez tarafından dilimize çevrilmiş bulunan Tıp ansiklopedisinden Hücre, DNA, RNA ve GEN’ler üzerindeki bilgiyi burada özel olarak nakledelim:
HÜCRE: Biyolojik vücut yapılarının en küçük birimidir. Hücrenin incelenmesi canlı varlıkların fonksiyon ve kimyasının anlaşılmasının temelidir. Elektron mikroskobunun bulunmasıyla bu alandaki çalışmalar da hızla ilerlemiştir. İnsan hücreleri çeşitli boyut ve şekillerdedir. Bir kan hücresinin çapı 0,007 mm.’dir. Bir hücre yapısında genellikle bulunan elemanlar şunlardır. Hücreyi sınırlandıran dış zar sitoplazma ve nukleus (çekirdek) çekirdekte çevre zarı, nukleoplasm, nukleol ve seks kromatinleri bulunur.
Sitoplazma; kalıp teşkil eden endoplazmik retikulum, mitokondriumlar, lizozomlar, gorki cihazı, ribozomlar ve sentriollerden ibarettir.
Hücre zarı; protein, karbonhidrat ve yağ moleküllerinden yapılmış olup, canlıda devamlı hareket halindedir. Hücreye girip çıkan kimyasal maddeleri kontrol eder, dış yüzünde kendini belirleyen antijenler vardır.
Hücre içindeki, nukleus’un dışında kalan tüm materyale sitoplazma (hücre sıvısı) denir ve bunun elektron mikroskobunda, birçok belirli tübüler, dairesel ve benzeri yapıdan ibaret olduğu görülür ki, bu yapıya endoplazmik retikulum adı verilir. Bu esas yapının bazı kısımları da belirlenmiştir. Görevin ne olduğu bilinmeyen gorgi cihazı, protein senteziyle ilgili olan RNA’yı ihtiva eden ribozomlar, metabolizmanın gerçekleştirdiği mitokondriyumlar, görevi pek bilinmeyen lisozomlar ve hücre bölünmesiyle ilgili olan sentrioller, nukleus zarının içinde nukleplazma bulunur ki onda da bir RNA yoğunlaşması olan nukleol vardır. nukleus’un geri kalan kısmı hücre bölünmesi ve bundan ötürü hayatın esasını tayin eden DNA adlı maddeden ibarettir.
Her hücre, görevine uygun bir farklılaşma gösterir.
DNA: Deoksiribonükleid asit.
Çift heliks teşkil eden uzun bir moleküldür. Hücrenin protein, enzim yapısı ve kendine benzer yeni bir hücre meydana getirebilmesi için gerekli elemanları taşıdığından hücre bölünmesinin esasını teşkil eder. Çift heliks DNA molekülünün son yıllarda keşfi tıpta büyük bir çığır açmıştır.
RNA: Ribonükleik asit.
DNA (deoksiribonükleik asit) içindeki kalıtsal materyal, bunun aracılığı ile protein yapımına girer, DNA hücre çekirdeğinde bulunur. RNA, burada kalıtsal faktörleri hücre çekirdeği dışında kalıtsal ve amino asitlerin protein yapmak üzere bir araya geldiği ribozomlara nakleder.
Bu mekanizma kalıtımın esasıdır.
GEN: Genetik biliminde, spesifik bir özelliğin (özelliklerin) kuşaktan kuşağa geçişini kontrol eden faktöre verilen addır. Son yıllarda bir organizmanın yapı proteinlerinin durum uve hücrelerin yapının, deoksiribo nükleik asit adı, kimyasal madde aracılığıyla dölden döle aktarıldığı öğrenilmiştir. Buna göre genin, bu çok uzun spiral şekilli deoksiribo nükleik asit (DNA) molekülünün kalıtım la ilgili bir bölgesi olduğu kabul edilmektedir.
İnanın, yukarıda hücre içinde bulunduklarını belirttiğimiz ve belirtemediğimiz bir çok şeyin ne olduğu, görevi, işlevi nedir derinlemesine bilinmemektedir. Biz yine de mümkün olduğunca sadeleştirerek basit ve yüzeysel bir şekilde açıklamaya çalışalım.
Biyolojik yapıya sahip canlıların en küçük parçası, en küçük birimi, elektro mikroskopla hücreler incelendiğinde, hücre zarını oluşturan zarın içinde hücre sıvısı denilen sitoplazma, bu sitoplazma içinde yukarıda isimlerini belirtmeye çalıştığımız birçok parçacı bulunmaktadır. hücre sıvısı içinde hücre çekirdeği ve bu çekirdeğin içinde DNA; DNA’nın içinde RNA ve RNA’nın içinde de GEN denilen parçacıkların işlev ve görevleri birbirinden ayırt edilemeyecek kadar birbirinin içinde ve iç içe bulunmaktadır. fakat bunların içinde en yaygın bilineni genetik dediğimiz yapımızdır.
Şimdi, hücre yapısının bu durumunu atomun yapısı ile karşılaştırırsak, hayret edilecek derecede birbirinin aynı olduğu görülür. Atomun dışında da atom zarı görevini gören bir tabaka, o tabakanın içinde de nötron ve elektron denilen parçacıklar ve bu parçacıkların etrafında döndükleri bir çekirdek. Hücredeki gibi, atomun çekirdeğinin içine girdiğimizde de hücrenin genetik yapısını andıran kuantum parçacıkları. Atomun içindeki o kuantum parçacıkları da, hücrede olduğu gibi, atomun genetik yapısıdır.
Bunun içindir ki; “MADDELERİN HÜCRESİ ATOMLAR, CANLILARIN ATOMLARI DA HÜCRELERDİR” diyebiliriz.
Peki, bu atom ve hücre denilen varlıkların etkinliği nedir? bu etkinlikten biz insanlar nasıl etkilenmekteyiz ve bu etkinlikleri nasıl kullanıyoruz ve kullanabiliriz?
Öncelikle atomların maden ve madensilerin ilk yapısını, hücrelerin de biyolojik yapıya sahip varlıkların ilk temel yapıksını oluşturmaları, etkinliklerin ilk basamağıdır.
Bundan sonra da atom ve hücrelerin etkinlikleri kendi iç yapılarından kaynaklanan bir durumdur. Daha doğrusu atomun etkinliği çevresel etkinlikten, yani çevresinde değişim etkinliğinden daha çok, kendi varlığını, özelliğini korumak üzerindedir.
Osya, hücrelerin içsel yapılarındaki  değişim veya oluşumların etkinliği hücrede ve çevrede değişimlere neden olabilmektedir. Örneğin, hücrenin iç yapısındaki hareketlilikten oluşan ve dışa da yansıyan titreşimler, biyomanyetik dalgalar veya frekanslar ki bunlar değişik isimlerle ifade edilseler de esasında hepsi de aynı şeydir. Biz, hücre varlığında oluşan bu frekanslar içten ve dıştan gelen etkilenmelerle değişebilmekte ve dolayısıyla çevresine de değişik etkinliklerde bulunabilmektedir. Örneğin; korku, endişe, kin, nefret, intikam, sevinç ve sevgi gibi duygu ve düşüncelerimiz, hücresel yapılarımız üzerinde etkin olabilmekte, bu değişik etkiler değişik frekansların oluşmasına ve yayınlanmasına neden olabilmektedir. Bunlardan etkilenen hücreler de bu etkilenişini yayınladığı frekanslarla çevresine aynı şekilde yansıtmaktadır.
Duygu ve düşüncelerimizden etkilenerek yayınlanan frekanslar da, etkilendikleri bu duygu ve düşünceleri etkilendiği oranda çevresine yayınlanmaktadır. Hem öylesine yayınlanmaktadır ki, bu, duygu ve düşüncelerimizin etkinliği de yalnızca hücrelerimizde sınırlı kalmamaktadır.
Bu etkileşim, hücrelerimizin iç yapısındaki DNA, RNA ve hatta genetik yapılarımıza bile etkileyerek, genetik yapımızın içindeki gizli şifrelerimizin çözümlenerek dışa çıkmasına, yüzeye vurmasına neden olabilmektedir.
Bilim, hücremizin yapısı içinde sakladığı özelliklerimizin ortaya çıkarılması olayına, genetik yapıdaki şifrelerinin çözümlenmesi olarak açıkladı. ABD başkanı Bill Clinton, bu olayı, “Allah’ın dilini öğrendik” sözcükleriyle açıkladı ve bu sözde, büyük bilimsel bir gerçeklik vardır. siz bu olayı veya bu bilimsel bulguyu ister bir doğa olayı, ister bir Allah olayı olarak kabul edin. Ne şekilde düşünür ve ne şekilde kabul ederseniz ediniz, hücremizin genetik yapısı içinde akıl almayacak  sırlarımız, gizlenmiş şifre şeklinde bulunmaktadır.
Genetik yapımızın, içinde ki şifrelerimiz gizlenmiş gibi görünen, aslında hiç de gizlenmiş olmayıp, dışarı çıkmaya hazır vaziyette bekler bir durumdadır. Genetik yapımızın içinde, duygularımızla birlikte, resim, müzik, matematik gibi benzeri yeteneklerimiz ve sağlığımızla ilgili durumlarımız binler ve binlerce, hatta milyonlarca özelliklerimiz şifre halinde bulunmaktadır. genetik yapımızı çok kaba, çok geniş ve çok pratik bir şekilde şöyle bir örnekleme ile açıklayabiliriz. Hücresel yapımızı ve yapının içindeki DNA, RNA ve genetik yapımızı dünya dediğimiz yer küremize veya geniş bir toprak parçasına benzetelim. Bu toprağın altında bilemediğimiz birçok zenginlikler bulunmaktadır. düşünebildiğiniz bütün madenlerin, petrolün ve benzeri başka cevherlerin varlığını düşünün. Yer altındaki bu cevherler ancak o cevherlerin varlığını algılayabilen aparatlarla bilebiliyoruz. Yer altındaki o cevheri yer yüzüne çıkarmaya uygun aparatların, makinelerin kullanılması gerekiyor. Ancak, uygun aparatlar, makineler kullanarak o cevheri yer yüzüne çıkarabiliriz. İşte hücre yapımız içindeki DNA’larımızı RNA’larımızı ve genetik yapımızda toprak altındaki cevherlere benzetebiliriz.
Toprak altındaki cevherleri yer yüzüne çıkarmakta kullanılan uygun aparat ve makineler ise, hücre yapımız içindeki DNA, RNA ve genetik yapılarımız içindeki cevherlerimizi de yer yüzüne çıkaracak olan da o cevhere uygun yayınlayacağımız frekanslardır. Bu uygun frekansları da oluşturan düşüncelerimiz ve o yöndeki çalışmalarımızdır.
Düşüncelerimiz, sismik araştırmalarda kullanılan manyetik ve elektromanyetik özelliğe ve etkinliğe sahiptir. Biz ne düşünüyorsak, beynimiz o düşüncelerimize uygun frekans yayınlar. Yayınlanan bu biyomanyetik dalgalarımız, yani frekanslarımız bizim dışımızda yayınlanan eş değerdeki frekansları algılayarak değerlendirir. Bu durumu, parapsikolojideki Radyestezi olayına (uygulamasına) benzetebiliriz.
Aynı durumu tıp biliminde kullanılan ultraviyole ışınlarına da benzetebiliriz. Ultraviyole ışınlarını hasta olduğumuz organımız üzerine  yönelterek o organdaki hastalıkları nasıl tedavi ediyorsak, beyin dalgalarımızı da ultraviyole dalgaları gibi hasta organımız veya hastalığımız üzerine yoğunlaştırarak gönderiyoruz. Ve böylece o organdaki hastalığımızı veya hastalıklarımızı tedavi edebiliyoruz.
Düşüncelerimiz iki tarafı da keskin bir bıçak gibidir. Düşüncelerimizin etkinliği, onu hangi biçimde, hangi yönde kullandığımıza bağlıdır.
Biz, olumlu düşünüyorsak yayınladığımız frekanslar da olumlu, olumsuz düşünüyorsak, frekanslarımızda olumsuz etkiler. Denemesi bedava. Bunu bizzat kendi üzerinizde deneyebilirsiniz. Örneğin, en sağlıklı olduğunuzu bildiğiniz organınız üzerinde bir hastalık düşünün. En kısa zamanda düşündüğünüz şekilde o organınızın gayet sıhhatli, sağlıklı, sağlam olduğu düşüncesine yoğunlaşın. Hasta olan o organınızda iyileşme olduğunu hissedecek ve göreceksiniz. Basın yoluyla olsun, çevrenizde görme veya duyma yoluyla olsun, tıp biliminin yetersiz kalıp, “artık düzelmez” dedikleri hastaların hastalıklarını bir çok insanın sadece inanç gücüyle yenerek iyi olduklarını duymuş, görmüş, okumuş olabilirsiniz. Yalnız burada düşünme gücüyle diyorsak şüphesiz bu düzelme yalnızca saf ve yüzeysel bir düşünceyle olacak bir iş değildir. Öncelikle “düşünme” dediğimiz olayın “inanç” kuvvetinde olması ve bu arada beslenme ve yaşam koşullarında da dikkat edilmesi gerektiği inancındayız. Yalnız burada önemle dikkat edilmesi gereken husus, düşüncelerimizin yüzeysel değil, inanç düzeyinde derinlemesine olması gerektiğidir. Ancak, bu şekilde olunca, yani düşüncelerimiz inanç  gücünde olunca etkili olabilir. lütfen, düşündüklerinizi ve hafızanızı biraz zorlayınız, inanç gücüyle yapılan, elde edilen başarıları bir anımsamaya çalışınız. Bu başarılar sağlık, spor veya çalışma alanları gibi değişik alanlarda olabilir ve olmaktadır.
Peki, düşüncelerimiz ve inançlarımız ne gibi bir etkinliğe, güce ve işleve sahip bulunmaktadır ki, hücrelerimizin iç yapısına kadar işlemekte ve etkin olabilmektedir?
Bilimsel bir araştırmaya göre düşüncelerimiz bir saniyenin dörtte birinden daha kısa bir zamanda, 13 salisede kan hücrelerimiz üzerinde etkili olduğu saptanmıştır.
Korktuğumuzda, heyecanlandığımızda, sevindiğimizde ve buna benzer duygu ve düşünceler içinde olduğumuzda lütfen vücudunuzda oluşan değişimleri bir düşünün.
İşte, bu ve buna benzer duygu ve düşüncelerimiz yalnızca kan hücrelerimizi değil, aynı zamanda bütün hücresel yapımızı da etkilemektedir. Örneğin, duygusal olduğunuz anlarda kalp atışlarınızdaki değişimi dikkate alınız. Düşünce ve inançlarımız,  düşünce ve inanç yapısına göre bir frekans yayınlamaktadır. Bu düşünce ve inanç frekanslarımız bedenimiz içinde kendine uygun frekanslarla birleşerek etkin hale gelebilmektedir. Bu etkinlik hücre yapımız içindeki DNA, RNA ve genetik yapımıza kadar etkili olabilmektedir.
Konuyu, yani düşüncelerimizi yalnızca tıbbi yönden ele alırsak, düşüncelerimiz olumsuz yönde ise vücudumuz ve hücrelerimiz üzerinde olumsuz etkinliklerde bulunarak hastalığımız veya hastalıklarımızın artmasına neden olmaktadır. Düşüncelerimiz olumlu yönde ise, düşünce frekanslarımız olumlu yönde etkileyerek hastalık veya hastalıklarımızı yenmemizde etkili olmaktadır.
Peki, hücre yapımız içindeki bu DNA’lar, RNA’lar ve genetik yapımız nedir, nereden gelmektedir? Genetik yapımız içinde olduğuna ve dini inançlarda da varlığına inandığımız “KADER” denilen olayla bağlantısı nedir? bütün bunlar nasıl oluşmuş veya oluşmaktadır?
Hücre  yapımız içinde bu DNA, RNA ve genetik yapımızın bizim geçmiş ve gelecek yaşamımızla bir ilgisi bir bağlantısı var mıdır, varsa bu bağlantı nereden gelmektedir?
Peki, bütün bu oluşumların din ve Allah dediğimiz inançla bir ilgisi bir bağlantısı var mıdır?
Öncelikle ve samimiyetle şunu belirtmeliyim ki, hücre yapımızın içindeki bu DNA’ların RNA’ların ve genetik yapımızın ne olduğu, bu varlıkların, bu oluşumların nereden geldiğini bugün bilim de bilmemektedir. En azından ben böyle biliyorum.
Hücre yapımızın içinde var olan DNA, RNA ve genetik yapımız ve onların işlevleri bu işlevlerin etkinlikleri nedir? bunlar nereden kaynaklanmaktadır, kaynağı nedir,bunları bu günün bilimiyle açıklayamıyoruz. Fakat, bütün bunların varlıklarını biliyoruz. Bunların üzerinde bilimsel araştırmalar yapıyor, şifrelerini çözümlüyoruz ve bu güne dek bilinmeyen birçok şeyi bilinir hale getiriyoruz. Fakat, varlıklarını bildiğimiz ve üzerlerinde bilimsel araştırmalar yaptığımız atomun içindeki kuantum parçacıklarının, hücredeki DNA ve genetik şifrelerinin öz kaynağının nasıl oluştuklarını bilemiyoruz.
Ama, binler hatta milyonlarca bilginin, şifrenin, DNA veya genetik denilen gözle değil elektro mikroskopla bile zor görülen bu parçacıkların içine bu bilgiler nasıl sağdırılmış, nasıl depo edilmiş, akıl sır erecek gibi değil!... İşte bunları bilemiyor, bunları çözemiyoruz.
Peki, DNA’larımızın ve genetik yapımızın içinde şifreler halinde bulunan ve yüzeye çıkarılan, sağlığımızla veya yeteneklerimizle ilgili olsun, bu bulguların dini inançlarda inanılan “kader” denilen inançla ilgisi ve bağlantısı var mıdır? Varsa, bu bağlantı nedir?
Dini inançlarımız içinde “külli irade, cüzi irade” yani, büyük irade küçük irade diye tanımlanan inançla birlikte, “kaderini insanlar kendi yaratır” şeklinde de bir inancımız vardır. şimdi bu sözcüklerin ifade ettiği anlamlarını hücrelerimizin yapısı üzerinden açıklamaya çalışalım.
Öncelikle, hücre yapımızın içinde bulunan ve bütün özelliklerimizi hatta geleceğimizi ve geçmişimiz üzerinde etkili olan bu DNA, RNA ve genlerin tesadüfen, rast gele olabilmesi mümkün müdür? Bu oluşumu tesadüfen meydana gelen bir tabiat, bir doğa olayı olarak kabul edebilir miyiz? Bunları tesadüfen oluşan bir tabiat, bir doğa olayı olarak kabul edersek, tesadüfen oluşan bir olayın milyonlarca yıldan beri hiç şaşmadan, hiçbir değişime uğramadan oluşması ve devamlılığı mümkün müdür? Mümkündür  dersek bu mantıklı ve akılcı olur mu? Siz bu soruları düşünürken, biz konuyu dinsel inançlar açısından da açıklamaya çalışalım.
Hücremizin içine bu DNA, RNA ve genetik yapımızın yerleştirilme olayına külli irade yani büyük irade diyelim. İşte biz insanlar tarafından düşünce ve inanç gücümüzle hücre yapımızın içindeki DNA, RNA ve genetik yapı içinde var olan bize özgü özellik ve yeteneklerimizi, düşünce ve inançlarımızla yüzeye çıkararak onları kullanır, uygulanır hale getirmeye de cüzi irade, küçük irade ve halk deyimiyle “kader” demekteyiz. Yani, “kaderini insanlar kendileri yaratırlar” sözüyle ifade edilmek, anlatılmak istenen bizce budur.
Kısacası, DNA, RNA ve genetik yapımızın içinde var olan yetenek, kabiliyet ve özelliklerimizin yaşamımızda uygulanır hale dönüşmesi kendimize bırakılmıştır. Yalnız bizim bunları, yani kendi hücresel yapımız içindeki genetik yapımızda var olan özelliklerimizi, yetenek ve kabiliyetlerimizi yüzeye çıkarıp uygulanır hale dönüştürebilmemiz için, öncelikle bunlar üzerinde düşünmemiz, düşünmemizin de üstünde buna bilinçli bir şekilde inanmamız gerekir.
Bu durumu, şöyle basit anlaşılır bir örnekle açıklayalım:
Yer altında 1500 metre derinliğinde petrol veya değerli bir başka cevherler olduğunu düşünelim. Bu petrolü veya değerli cevherleri çıkarabilmemiz için ne yapmamız gerekir. toprak altına en azından 1500 metreye inmemiz gerekir. 1500 metreye inmezsek o petrolü ve cevherleri yer yüzüne çıkaramayız ve kullanamayız. İşte genetik yapımız içinde gizli vaziyette bulunan yeteneklerimiz ve özelliklerimiz de yer altındaki petrol veya cevherlere benzer. Kendi kişisel yeteneklerimizin, cevherlerimizin yüzeye çıkıp kullanılabilir hale gelebilmesi için; düşüncelerimizin, inançlarımızın o konuda güçlü ve kuvvetli olması gerekir. yoksa yalnızca düşünmek, özellikle yapıcı etkinlikte değil de yüzeysel olan düşünmek, o cevherin bulunduğu yere inemeyeceği için etkin olamayacaktır. Yani, yer altında 1500 metre de bulunan cevher için biz ancak 1200 metreye kadar inebiliyorsak, o cevhere ulaşamayız ve onu yeryüzüne çıkaramayız.
Bu gibi durumlarda birçok insan, “ben de düşünüyorum ama bir netice elde edemiyorum. Demek ki yalnızca düşünmekle bu işler olmuyor” diyerek, düşünme eylemine inanmamakta ve hatta karşı çıkmaktadır.
Yalnızca düşünmek elbette yeterli değildir. Öncelikle düşünmek denilen eylem yüzeysel değil, inanç derecesinde güçlü bir düşünce olmalıdır. bununla birlikte düşüncelerinizin ve inançlarınızın oluşması için gerekli çalışmaları da yapmamız gerekir. yoksa ben düşünüyorum ve inançlıyım deyip bu uğurda hiçbir şey yapmadan yan gelip yatmak, yattığımız yerden düşüncelerimizin oluşmasını istemek yeterli değildir. Örneğin, en basit olarak diyelim ki ben, bir kitap yazmak, bir eser vermek istiyorum. Elime kalemi kağıdı almadan, düşüncelerimiz doğrultusunda yazı yazmadan, sırf düşünüyorum diye eser oluşur mu? Yeteneklerinizin, cevherinizin var olduğunu bilmek, onları yeryüzüne çıkarmakta da yeterli değil. Çünkü, onların işler hale gelmesi için onlar üzerinde çalışmak gerekir. istediğin kadar cevhere sahip ol, o cevheri işlemezsen o cevherle kendiliğinden oluşmaz, bir şeyler ortaya çıkmaz. O cevherleri işleyerek bir şeyler yapmak, ortaya bir şeyler çıkarmak sizin yapacağınız bir şeydir.
Örneğin, bir çiftçi tarlasını sürer ve ne yetiştirecekse onun tohumunu eker. Fakat ektiği tohumun yetişmesi, oluşması için gerekli bakımı ve gerekli işlemleri yapmazsa, o tarladan istediği mahsulü alamaz. İnsanın genetik yapısı ile sahip olduğu yetenek ve özellikler de böyledir. O yetenek ve özelliklerin oluşması için gerekli çalışmaları yapmazsanız, o yetenek ve özellikler ortaya çıkmaz ve dolayısıyla hiçbir işe yaramaz.
Friedrich SCHİLLER’in şu sözünü hiçbir zaman unutmayalım ve bilimsel olarak inceleyelim. “Şans diye bir şey yoktur, bize tümüyle rastlantı gibi görünen şeyler, kaderin en derinliklerindeki kaynaktan fışkırır”. Bu kaynak DNA, RNA ve genetik yapımızdır.
Allah inancına bağımlı olarak, “kader” dediğimiz oluşumlar, yine, Allah tarafından yapımızı oluşturan atom ve hücrenin içine yerleştirilmiş durumdadır. Bu yerleşim; atomlarda kuantum parçacıkları, hücrede genetik şifreler şeklindedir. Bize düşen beynimizin yapısını oluşturan bu atom ve hücrelerimiz içine yerleştirilmiş özelliklerimizi yüzeye çıkarak kullanmaktır. İşte o zaman kaderimizi elde etmiş oluruz.
Hücre yapımızın içinde bulunan atomla, hücrenin işlevleri öylesine birbiriyle kaynaşmış ve öylesine özdeş halde bulunmaktadır ki, hangi işlem hangisine aittir ayrımını yapmak imkansız denecek durumdadır. Ancak, atom ve hücreyi birbirinden kesin bir şekilde ayırdıktan sonra işlevlerini ayrıt etmek mümkün olabilir. fakat, yinede atom içindeki kuantum parçacıklarının işlevleri ile, hücre yapımız içindeki genetik yapımızın şifrelerinin işlevleri ayırt edilemeyecek kadar birbirine yakındır. Hattâ iç içedir.
Fizik dalında bilimsel araştırmalarıyla en büyük bilim ödülü olan “Nobel” kazanmış fizikçiler, atomun iç yapısında meydana gelen oluşumları ve özellikle kuantum parçacıkları hakkındaki bilimsel açıklamalar, birbirlerinin buluşlarını tamamlar durumdadır.
Örneğin; James Maxwel, atomların oluşturduğu elektromanyetizma oluşumlarını, fizik kanunları şeklinde formüle etti. Bu buluşa göre ışık, elektromanyetik bir dalgaydı.
Örneğin; Philippe Lenard, Atom elektronlarının foto-elektrik olayındaki rolünü, etkinliğini ortaya koydu.
Örneğin; Albert Einstein; fizikçiler arasında ışığın dalga olayı mı, yoksa parçacık olayı mı olduğu üzerindeki ayrım ve tartışmaları ortadan kaldıracak şekilde, bilimsel olarak ışığın hem dalgacık hem de parçacık karakterinde olduğunu ortaya koydu.
Atom çekirdeğinin içindeki parçacıklara Kuant kavramını ilk kez Max Planch kullanmıştır. Albert Einstein’de bu kuant kavramını Foton kavramı ile eşdeğer anlamda kullanmıştır. Çünkü Kuant’ta Foton’da ışık veren ve ışık tanecikleri taşıyan parçacık olarak tanımlanmaktadır.
Foton için “optik kuant” kavramı da kullanılmaktadır. Çünkü, fotonlar aynı zamanda elektromanyetik kuvvetlerin etkileşim partikülleri olarak kabul edilmektedir.
Bu açıklamaları topluca analiz ederek açıklarsak: Atomlardan kuant parçacıkları ile ilgili parçacık-partikül teorisi ve buna bağlı olarak Dalga teorisi; ışık parçacıklarından meydana gelen bir oluşumdur. Bu parçacıklar bazı açılardan da dalga gibi davranır sonucu elde edilir.
Peki bunların, Din ve dini inançlarla bağlantısı nedir?
Bir insanın bedensel yapısının 60 ile 100 trilyon hücreden oluştuğu bilimsel olarak ortaya konmuştur. Biz, bu rakamı ortalama 80 trilyon olarak kabul edelim.
Hücre yapımızın içinde atomlar bulunmaktadır. atomlar diyorum çünkü bir hücrenin içinde birden fazla atom bulunabilmekte, fakat bir hücrede kaç atom olduğu kesin bir rakamla bilinememektedir. Daha doğrusu, ben öyle biliyorum.
Bu ne demektir?
Bu, bir insan bedeninde trilyonlarca, algılayan, depo edip arşivleyen gizli kamera var demektir.
Kesin olarak bildiğim, insan vücudunda hücre yapısından çok daha fazla atomun bulunmasıdır. Eğer, vücudumuzda hücre yapımızdan daha fazla atom varsa, bu, vücudumuza hücrelerden daha çok atom yapımızın egemenliği söz konusudur. Atomun egemen olması da, atom yapısındaki kuantum parçacıklarının egemenliği demektir. Kuantum parçacıkları da, yalnızca fiziksel özelliklere sahip olmayıp, aynı zamanda Kur’an da birçok ayette belirtilen Allah’ın bizlere şah damarımızdan daha yakın ve içimizde varlığını yansıtan bir yapıya sahip olduğunu da ortaya koymaktadır.
Bu gereğinde, atom ve hücre denilen gizli kameraların, algılayıp depo ederek arşivledikleri bilgileri ortaya koyabilme özelliğine, işlevine de sahip bulundukları demektir.
Bu, Kur’andaki birçok ayetin bilimsel olarak açıklanması ve bilimsellik kazanması demektir.
Örneğin; “Kur’an, tabiat kanunları için Allah’ın ilahi kanunlarıdır” diyor.
                                               Fetih suresi 48/23
Lütfen bu ayetin üzerinde bilimsel olarak düşününüz.
Tabiatı oluşturan atom ve hücre yapısı ile ne anlatılmak istendiği ve ayetle olan uyumu ve örtüşmesi üzerinde çok, hem de çok düşününüz.
“Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, onların yanından hiç düşünmeden, yüz çevirerek geçerler”.
                                                                                  Yusuf sureti 10/105
“Biz onlara ayetlerimizi ufuklarda (dış dünyada) ve kendi içlerinde (iç yapılarında) göstereceğiz”.
                                                                                  Fussilet suresi 41/53
“Biz her şeyi nezdimizde (huzurumuzda) bulunan bir düzene, bir plana göre yarattık!”
                                                                                  Kamer suresi 54/49
“Gece ve gündüz tesbih ederler, hiç ara vermezler. Onlar için ibadet tabii ve aralıksızdır”.
                                                                                  Enbiya suresi 21/20
Burada bütün varlıkların yapısını oluşturan Atom ve hücrenin iç yapısındaki hareketlilik Allah’ı tesbih (ibadet) olarak anlatılmış olmuyor mu?
“Nerede olsanız o sizinle beraberdir. Çünkü size hayat veren ruhunuz o’na bağlıdır. Allah yaptıklarınızı görmektedir”.
                                                                                  Hadid suresi 57/4
“Nihayet ora.a vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları hakkında aleyhlerine ve lehlerinde şahitlik edecektir”.
                                                                                  Fussilet suresi 41/20
Dikkat ediniz, yalnızca ellerimiz, ayaklarımız ve derilerimiz değil atom ve hücreden oluşan bütün organlarımız şahitlik edecektir.
“Göklerde ve yerde onları bilir, gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri de bilir. Allah, göğüslerin özünü bilendir”.
                                                                                  Tekabün suresi 64/4
“Sözünü açık söylesen de, gizli söylesen de, muhakkak o gizliyi de ondan daha gizlisini de bilir”.
                                                                                  Taha suresi 20/7
“Rabbin, gökte ve yerde konuşulan her sözü bilir. O’ndan gizli kalan hiçbir şey yoktur. O işitendir, bilendir”.
                                                                                  Enbiya suresi 21/4
“Siz, açıklasanız da, gizleseniz de, biz sizin kalbinizden geçenleri biliriz”.
                                                                                  Mülk suresi 67/13
“Siz, yaptıklarınızın gizli kalacağını mı sanıyorsunuz? Biz sizin düşündüklerinizi biliriz”.
                                                                                  Nahl suresi 16/19
Kur’an bir çok ayetin sonunda insanları; “siz hiç düşünmez misiniz? Siz hiç akıl etmek misiniz?” mealinde ayetlerle defalarca uyarmaktadır. Yani Kur’an, karşısında düşünen, akıl yürüten insanlar istemektedir. Kur’an, bilen insanla bilmeyen insanı, yani bir başka deyişle bilgili insanla bilgisiz insanı ayna derecede değerlendirmeyeceğini açıkça belirtmektedir.
Örneğin;
“Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?”                                          Zümmer suresi 39/9
“Allah, aklını kullanmayanların üstüne belalar yağdırır”. Yunus suresi 10/100
“Allah’a ancak bilgin kulları gereğince saygı gösterir”.   Fatır suresi 35/28
“And olsun, biz Kur’anı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Düşünen öğüt alan var mı hiç?”
Bakın Kur’an, insanları uyarmaya nasıl devam ediyor?
“Allah, kullarının her halini haber alandır, görendir.”      Fatır suresi 35/38
“Dilediğinizi yapın o, yaptıklarınızı görmektedir.”                      Fussilet suresi 41/40
“Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gizlisini bilir, Allah yaptıklarınızı görmektedir”.
                                                                                              Hucurat suresi 49/18
Allah’ın Kur’anda belirttiği gözetlenmek her şeyi bilmek olayı, kalbimizden geçenleri, beynimizdeki düşünceleri bile olayıdır. Şüphesiz bunların hepsi beden yapımızı oluşturan ve birer gizli kamera gibi çalışma özelliğine sahip bulunan atom ve hücre yapımız sayesinde olmaktadır.
Bakın Kur’an biz insanları nasıl uyarmaktadır.
“Göğü yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık. Bunlar bir tesadüf eseri değildir, bu inkar edenlerin zannıdır”.                                       Sad suresi 38/27
“Bizim sizi boş yere bir oyun bir eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi (hesap vermeyeceğinizi) mi sandınız”               mümin suresi 21/115
Hele insanlara meydan okurcasına ve onları açıkça bilime ve bilimsel araştırmaya davet eden şu ayeti defalarca dikkatle okuyunuz ve gerekli bilimsel araştırmayı yapınız.
“Neden Kur’anı dikkatle incelemiyorlar?
Yoksa akılları üzerinde kilitler mi var?”
                                                                                              Muhammed suresi 47/24
Bedensel yapımızı oluşturan atom ve hücre yapımız, bizim doğumumuzdan ölümümüze dek, kendi yapısına, daha doğrusu bizim yapımıza uygun bizi yansıtan frekans yayınlar. Yayınlanan bu frekanslar, bizim ölümümüzden sonra olmamakta, sonsuza dek varlığını korumaktadır.
Bunun içindir ki…
Hazreti İsa; “Taş taş üstünde kalmayacak, ama hiçbir konuşmanız yok olmayacaktır” demiştir.
“Rabbim, gökte ve yerde konuşulan her sözü bilir. O’ndan gizli kalan hiçbir şey yoktur. O işiten, bilendir”.
                                                                                              Enbiya suresi: 11/4
“Siz, açıklasanız da, gizleseniz de, biz sizin kalbinizden geçenleri biliriz”.
                                                                                              Mülk suresi: 67/13
“Siz, yaptıklarınızın gizli kalacağını mı sanıyorsunuz? Biz sizin düşündüklerinizi biliriz”.
                                                                                              Nahl suresi: 16/19
Kur’an da yer alan bu ve buna benzer ayetleri nasıl algılayabilir ve nasıl açıklayabiliriz?
ATATÜRK’ÜN ÖNGÖRÜŞÜ:
Bütün bu oluşumlar, atom ve hücre yapımızdan bizim kontrolümüz dışında yayınlanan ve bizim varlığımızı yansıtan frekanslar sayesinde olmaktadır.
Yalnızca bir kumandan ve devlet adamı değil, aynı zamanda büyük bir düşünür ve bilge kişi olan “ATATÜRK” bakın, 1936 yılında Profesör Afet İNAN’a bu konudaki düşüncelerini nasıl açıklıyor? Profesör Afet İnan, Atatürk’ün bu sözlerini “Atatürk’ten Hatıralar ve Belgeler” isimli kitabında yayınlamıştır.
“Tabiatta bilirsiniz ki hiçbir şey yok olmaz, ne bir ses, ne bir söz, ne bir hareket… Oldukları çağ ne kadar eski olursa olsun, bütün bu oluşlar oldukları andaki gibi tabiat içindedirler. Bu dalgalanmada zaman ve mesafe mefhumu yoktur. Yarın, bizi saran tabiat unsurları içinde binlerce ve binlerce sene evvel söylenmiş sözleri olduğu gibi toplayıp tespit etmek imkânına elbette varılacaktır. Tabiatın bu gün için esrar dolu sinesine gireceği muhakkak olan insan zekâsı, beklenen hakikatleri ortaya koyacaktır. Çünkü, tarih belgelerinin ilerdeki keşifleri buna dayanacaktır. Her tarihi şahsın söylediği sözler toplanabilecek ve böylece biz onları kendi seslerinden ve sözlerinden dinleyeceğiz” demektir.
Atatürk’ün bu düşüncelerini, Kur’an da belirttiğimiz ve belirtemediğimiz bu yöndeki ayetlerle birlikte, özellikle elektromanyetik alandaki teknolojik bulguların nasıl birbirini tamamladığını lütfen dikkatle inceleyiniz. Ayrıca, bizim burada belirtemediğimiz bu ve buna benzer ayetlerle, teknolojik bulgular ve uygulamalar üzerinde bilimsel olarak düşününüz ve bilimsel araştırmalar yapınız. İnanın, bizim düşünüp burada belirtemediğimiz daha birçok derinliklere, gizliliklere ve bilinmeyenlere ulaşacaksınız.
Atatürk’ün bu sözleri ile elektronik ve elektromanyetik sistemle çalışan son teknolojik bulguları ve uygulamaları da dikkate alarak, bunların üzerinde düşününüz.
Örneğin, görüntülü cep telefonları ile bilgisayar üzerinde düşününüz. Küçücük bir cep telefonu veya bir bilgisayarla dünyanın neresinde olunursa olunsun, karşılıklı konuşur gibi birbirinizi görerek konuşabilmektesiniz. Buna bir de televizyon yayınlarını ekleyin.
Bu iletişim olayı nalsı gerçekleşmektedir?
Bu ve buna benzer bütün iletişim olayları uydu aracı ile uydu sistemi ile olmaktadır. Dünyamızdan binlerce kilometre uzağa atılan uydularla dünyamızdaki iletişim sağlanmaktadır. Bu iletişimin sağlanma olayı da birkaç saniye içinde olmaktadır. Atatürk’ün sözleri ile, yalnızca iletişim ve haberleşme alanında kullanılan teknolojiyi değil, belirttiğimiz Kur’an’daki ayetlerle bağlantı kurarak birlikte düşününüz ve değerlendiriniz.
“Göklerde ve yerde inanmak isteyenler için ibret dolu mesajlar vardır”
                                                                       Casiye suresi: 45/3
“Her şey Allah’ın plânı, idaresi ve ilmi dahilinde gerçekleşmektedir”
                                                                       Maide suresi: 5/57
“Gayb (bilinmeyen) aleminin, bilgi alanı dışındaki güçlerin ve imkânların anahtarı, şifreleri Allah’ın elindedir. Anahtarı, şifreleri O’ndan başkası bilmez. Karada, denizde ve havada ne varsa O bilir. O’nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıkları içinde tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru (hücre ve atom) canlı ve ölü ne varsa,  hepsi, her şey doğruları, hak’ı ortaya koyan kâinatın kayıp sicilinde Kanunlar ve İlkeler kitabında bilgi işlem merkezinde (Levh-i Mahfuzda) yazılıdır.”
                                                                       Enam suresi: 6/59
Buradaki açıklamaları lütfen bir bütün olarak ele alın ve bütün olarak değerlendirin.
Özet olarak; Atatürk’ün açıklamalarından başlayarak cep telefonları, televizyonlar ve bilgisayarlardaki Internet ve karşılıklı görüşmeleri sağlayan sistemleri, yukarıdaki ayetlerle birlikte düşünüp değerlendiriniz. Bu değerlendirmeden bir sonuç elde etmek istiyorsanız. Adına doğa dediğimiz, tabiat kanunlarını ve bu kanunların  değişmez, şaşmaz işleyiş sistemini inceleyiniz. Bunu inceleyebilmeniz için de, tabiat varlıklarının temel yapısını oluşturan atom ve hücrenin iç yapısına giriniz. Hücre yapısı içindeki DNA, RNA ve genetik yapının özüne ve işleyişine, atomun iç yapısındaki nötron, elektron, pozitron ve çekirdek, çekirdeğin içinde kuantum parçacıklarını inceleyiniz. Bunların hepsi doğa, taibat denilen sistemin işleyiş kanunlarını oluşturmaktadır. Bütün bu oluşumları da Kur’an, bakın ne kadar kısa, açık, öz ve veciz bir şekilde açıklamaktadır:
Kur-an: “tabiat kanunları için Allah’ın İlâhi Kanunları” demektir.
                                                                       Fetih suresi: 48/23
Daha ne söylenilsin, daha nasıl açıklansın?
“Anlayan için sivri sinek saz, anlamayan için davul zurna az…”
Daha ne söylenebilir ki!...
Buraya kadar yazdıklarımızın ve yaptığımız açıklamaların dikkate alınarak, sizleri haddim olmayarak, bilimsel düşünmeye, bilimsel araştırmaya ve bilimsel değerlendirmeye davet ediyorum.
Evrende bütün varlıkların temel taşı olan atom ve hücreyi, isterseniz ayrı-ayrı, isterseniz ikisini birlikte birleştirerek, özleştirerek ele alınız. İnsanlar, yani bizler, atomun ve hücrenin iç yapılarından kaynaklanan manyetik ve biyomanyetik dalgalarla, yani oluşturdukları frekanslarla, Allah denilen varlıkla ilişki kurmakta, O’nunla iletişim içinde olmaktayız. Bu işin olasılığı üzerinde düşününüz.
Kısaca; Atomu, yapısı içindeki kuantum parçacıkları ile yayınladığı frekanslarla hem kendisinin hem de bizlerin Allah ile bağlantımızı, iletişimimizi sağlamaktadır.
Beden yapımızı oluşturan Allah ile kulları arasındaki atom ve hücrelerimizin bizi yansıtan frekanslarımız aracılığıyla Allah ile Allah insanlarla bağlantı ve iletişimini kurmaktadır. Bağlantı ve iletişim olayını biz böyle görüyor ve böyle açıklamaya çalışıyoruz.
Bundan sonraki değerlendirmeyi sizlere bırakıyorum.
Sonuç olarak:
Bazı çevreler atomu cansız, hücreyi canlı varlık olarak kabul etmektedirler. En büyük yanılgımız ve aldanışımız buradadır. Lütfen, şöyle bir varlık düşünün. İçinde akıl almaz bir hız ve hareketlilik ve yine akıl almaz bir enerji bulunsun. İçinde hareketlilik ve enerji bulunan bir varlığı cansız olarak kabul edebilir misiniz? Eğer kabul ederseniz bu akılcı ve bilimsel olur mu? Oysa hücre yapısının canlılık özelliği başka, atom denilen varlığın canlılık özelliği başka görünümdedir.
Bu iki farklılığın özde birleştiğini, bütünleşip özdeşleştiğini neden göremiyor ve kabul edemiyoruz. Ne zaman ki bilim atom ve hücre ikilisinin özde birleştiğini görecek ve bilimsel araştırmalarını ve anlayışla yapmaya başlayacaktır. İşte o zaman insanlığın önünde yepyeni bilim kapıları açılacak ve insanlık yepyeni bilimsel sonuçlara ulaşacaktır.
Örneğin; bu günkü bilim düzeyinin yetersizliğinden, fizikötesi,bilimdışı metafizik denilen birçok olay ve oluşumların hiç de sanıldığı gibi fizikötesi, bilimdışı ve metafizik olaylar olmadığı ortaya çıkacaktır. Tam aksine bunların hepsinin bilimsel birer olay ve oluşum oldukları anlaşılacaktır.
İşte o zaman insanlar, din ve Allah varlığına bilimsel yollarla ulaşacak ve bilimsel olarak inanacaktır.
Tıpkı kur’an’da belirttiği gibi;
“Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?”
                                               Zümer suresi: 39/9
“Allah’a ancak, bilgin kulları gereğince saygı gösterir.”
                                               Fatır  suresi: 35/28
DİN’İN BİLİMSEL KAYNAĞI KUANTUM OLABİLİR Mİ?
Bilim ve bilimsel bulgularla dinin nasıl iç içe olduğunu görebilmemiz ve daha iyi anlayabilmemiz için lütfen “Nano Teknoloji ve Beden Yapımız” yazısını biraz daha dikkatle okuyunuz.
NANO TEKNOLOJİ VE BEDEN YAPIMIZ
Nano teknoloji ile bilim alanında akılların alamayacağı gelişmeler elde edilmektedir. Çağımıza verilmiş olan bir çok isimler içinde bence en uygunu “Nano Teknoloji Çağı” denilmesi hiç de yadırganacak bir isim olmayacaktır.
Nano teknoloji; Teknoloji de inilebilen en küçük boyuttaki bir uygulama, yani teknolojinin en küçük boyuta indirgenmesidir.
Öylesine ki, nano teknoloji mikrobik boyutlara indirgendi. Nano teknolojinin indirgenebildiği ve uygulandığı bu boyutlara ve alanlara bakarak ona “hücre, atom” veya “genetik, kuantum” teknolojisi denilmesi de mümkün müdür?
Şimdi dikkatinize nano teknolojiden iki örnek vermek istiyorum.
Sizden ricam, bu uygulamaları dikkate alarak nano teknolojisinin açabileceği yeni ufukları düşünmeniz ve hayâl etmenizdir.
1.                               “Nanomedicine” (Cumhuriyet Bilim, 16 Mart 2007, Sayı: 1043)
“Vücudu zerk edilen nano parçacıklarla hastalara daha etkin tedavi geliştirilmektedir. Kan damarlarının çeperlerinden içeri süzülebilecek şekilde oluşturulan ve ilaç taşıyan nano parçacıklar doğrudan savaşmaları için programlandıkları zararlı hücrelere yapışarak taşıdıkları ilâçla bu hücreleri hızla yok edebilecektir. Bu yöntem sadece kansere karşı değil, romatort artirit (eklem iltihabı)’ten kistik fibrosis’e kadar her türlü hastalığa karşı kullanılabilecektir. Ayrıca, biyoterör saldırılarının belirtilerinin erke aşamalarında tespit edilmesini sağlayacaktır”. (www.technologyreview.com/printer-friendiy-article.aspx?id=16468)
2.                              Veri depolayabilen canlı sistemler: (Cumhuriyet Bilim, 16 Mart 2007, Sayı: 1043)
“Japonya’da Yamagata kentindeki Keio Üniversitesinden Ohashi Yoshiaki, kendi kendini sürekli olarak yenileyebilen “canlı” bir veri depolama sisteminin mümkün olabileceğini gösterdi. Bu sistem, verileri uzun yıllar saklayabilecek. Bunun için canlı bakterilere verileri kodlayan yapay DNA dizilimleri yüklenecek.
Veriler, bakterilerin kendi DNA’sı ile nesilden nesile geçeceği için koloni canlı kaldığı sürece sonsuza dek hayatta kalacak. Ohashi Yoshiaki, “DNA”ları kullanarak depolanan bilgileri bir milyon yıldan fazla koruyacak” diyor. Yoshiaki ve ekimi “E=MEC21905!” mesajını DNA baz çifti üzerinde biner koduna çevirdiler. Ve bunu, Bacillus subtilis adı verilen ve toprakta yaşayan binlerce bakterinin içen yerleştirdiler. Ekip, ilâve güvenlik için mesajı 4 farklı DNA dizilimi içine kodladı”.
Reyhan OKSAY (Biotechnology progress, DOI=10.1021*-/bpo6020ıy)
Burada belirttiğimiz bu iki bilimsel deneyi, bu ve buna benzer bilimsel bulgularla birlikte değerlendiriniz. Ve ayrıca, bu ve buna benzer bilimsel bulgularla aşağıda yazdığımız Kur’an’daki âyetlerle birleştiriniz ve aralarındaki birliği ve özdeşliği görünüz.
·                                “Biz, her şeyi nezdimizde (huzurumuzda) bulunan bir düzene, bir plâna göre yarattık”. Kamer suresi: 54/49
·                                “Nerede olsanız O sizinle beraberdir. Çünkü, size hayat veren ruhunuz (ve beden yapınız) O’na bağlıdır. Allah, yaptıklarınızı bilmekte ve görmektedir”. Hadid suresi: 57/4
·                                “Hiçbir canlı yoktur ki, başında bir koruyucu, yaptığı işleri gözetleyip, muhafaza edici olmasın”, Tarık suresi: 86/4
·                                “Nihayet oraya vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında aleyhlerinde ve lehlerinde şahitlik eder”. Tekabün Suresi: 64/4
·                                “Dilediğinizi yapın, O, yaptıklarınızı görmektedir”. Fussulet suresi: 41/20
·                                “Kimsenin kendimsini görmediğini mi sanıyor” Beled suresi: 90/7
·                                “GÖZETLENMEKTESİNİZ!...” Taha suresi: 20/135
Tekabün suresi: 64/4 ayetinde açıkça belirtildiği gibi, kulaklarımız, gözlerimiz ve derimiz, nasıl şahitlik yapacaktır? Şahitlik yapacak olan yalnız bu organlarımız mı, yoksa beynimiz, kalbimiz ve bütün organlarımız mı? Peki, bütün bu organlarımız nasıl şahitlik edecektir.
Nano teknoloji de bilimsel olarak da görüldüğü gibi gerekli bilgiler hücrelerimize, hattâ genetik yapımıza yüklenebilmektedir. Oysa, bu işlemi organlarımız, hücrelerimiz ve genetik yapımız doğal olarak kendileri yapmaktadırlar. Organlarımız ve genetik yapımız kendilerini etkileyen olumlu ve olumsuz, iyi ve kötü her şeyi algılamakta ve depo edip arşivlenmektedir. Bunu kendi yaşamınızda da, seneler sonra gördüklerinizi kendisini görmediğiniz halde seslerinden ve bir çok unuttuklarınızı hatırlamanızı bir düşünün. Demek ki, organlarımızın şahitlik edeceği hem bilimsel olarak nano teknoloji ile, hem de Kur’an’da ki âyetlerle açıkça belirtilmektedir.
Beden yapımızı oluşturan yaklaşık yüz trilyon hücrenin her biri, bir gizli kamera özelliğinde ve sisteminde çalıştığını unutmayalım. Organlarımızı etkileyen her şeyin organlarımızın hücreleri tarafından algılanmakta, depo edilip arşivlenmektedir. Ve gerekli olduğu zaman da bunları yayınlamaktadır. Böyle bir yapı sistemi içinde yaşadığımız dini olarak da, bilimsel olarak da ortaya konmuş durumdadır. Bu gerçeği görelim ve kabul edelim artık.
Kur’ana inanmayanlar; hiç olmazsa bilime inanın ve bilimin, organlarımızın yarın bize şahitlik yapabileceği olasılığını açıklaması üzerine düşünün. Bunun üstüne, Kur’an’da ki âyetlerin de doğruluğunu düşünerek içinde bulunduğumuz veya bulunabileceğimiz durumu değerlendirin.
Ayrıca, Kur’an’ın bizleri sık sık “Siz hiç düşünmez misiniz” ve “Siz hiç akıl etmek misiniz?” ayetleri ile bizleri uyarması üzerinde durmalıyız.
Kur’an’da “Gözetlenmektesiniz” âyetlerinde belirtilen “gözetleme” işleminin dürbünle veya gözle yapılacak bir gözetleme olduğunu mu sanıyorsunuz? Bu gözetleme işleminin bizim içimizdeki organlarımız tarafından yapılacağını düşünebiliyor musunuz?
İnanınız bu gözeteme işlemi, organlarımızın şahitliği konusu, dinlerde belirtilen öbür dünyaya gerek kalmadan bu dünyamızda iken yapılacaktır ve kısmen de yapılmaktadır.
Peki, yaşamımızda yaptığımız ve organlarımız tarafından algılanıp depo edilerek arşivlenmiş olan kötülüklerimizi, günahlarımızı silmemiz, yok etmemiz mümkün değil mi?
Bilemiyorum, yalnız yaptığımız kötülüklerden günahlardan daha büyük, daha etkili iyilik ve sevaplar işlediğimiz taktirde belki işlediğimiz kötülükleri ve günahlarımızı silme ihtimali olabilir diye düşünüyorum. Özellikle, yaptığımız kötülük ve günahlar kişilere özel ise, o kişilere yapacağımız daha büyük iyilik ve sevaplarla o kişilere kendimizi affettirebilirsek ve haklarını helâl ettirebilirsek, ancak o zaman organlarımızda depo edilip arşivlenmiş olan kötülük ve günahları silme ve yok etme ihtimali olabilir. bizim burada yaptığımız yalnızca bir mantık yürütme, bunun doğrusunu ancak Allah bilir.
Kur’an, bütün insanlığa ve özellikle dine ve dini inançlara, Allah’a inanmayanlara bakın nasıl sesleniyor ve nasıl uyarıyor?
“Nedem Kur’an ı dikkatle incelemiyorlar?
Yoksa, akılları üzerinde kilitler mi var?” Muhammed suresi: 47/4
Sizin uyanmanız ve inanmanız için daha ne söylenilsin?
*
1 – Mayıs – 2006 ANAYURT
BEHZAT ŞAŞAL
DİN ve BİLİM ÇEVRELERİN ÇAĞRI
Birbirinizi yok etmek veya en azından etkisiz hale getirmek için aranızdaki açık veya gizli zıtlaşmayı, savaşı bırakın artık. Bu zıtlaşma ve savaşta birbirinize değil, bütün insanlığa kötülük ve zarar verdiğinizi görünüz artık.
Düşüncelerinizi ve amaçlarınızı dünyevi çıkarlardan uzak, açık kalplilikle ortaya koyarsanız, aranızda, birbirinizi yok etmeyi gerektiren bir zıtlığın olmadığını göreceksiniz.
Bilimin amacı da, bütün dinlerin amacı gibi insanlığa hizmet etmek değil midir?
Öyle ise aranızdaki bu zıtlaşmanın ve düşmanca görüntünün temel nedeni nedir?
Bilim çevresinin amacı; her şeyin bilimselliğe dayanması, bilimin ve akılcılığın insan yaşamına egemen olması ve hükmetmesi değil midir?
Peki bütün din kitaplarının da temel emirlerinden olup, aydın din çevrelerinin amacı da din ve dini inançların akıl ve akılcılığa dayanması değil midir? Çünkü, din kitaplarımız “Siz hiç düşünmez misiniz?” “siz hiç akıl etmez misiniz?” gibi insanları düşünmeye ve akılcılığa davet eden ayetlerle dolu değil mi?
Din kitabımızda:
“Neden Kuran’ı dikkatle incelemiyorlar?
Yoksa akılları üzerinde kilitler mi var?” ayeti ile insanları açıkça araştırmaya, akılcılığa yani bilimselliğe davet etmiyor mu?
Ayrıca bütün dini inançlarda “aklı olmayanın dini yoktur” ayeti ile de insanlara “akılcılığı” önermiş, aklı olmayanın dini inancının da akılcı olmayacağını ve Allah tarafından da makbul kabul edilemeyeceğini açıkça belirtmiyor mu?
Bilim çevresi bilimsel bulgularının ve bu bulgulara dayanarak yaptıklarının özüne indiğinde o bilimsel bulgularda Kuran’daki ayetin bilimsel açıklamasını görecektir. Çünkü, “Kuran tabiat kanunları için Allah’ın ilahi kanunlarıdır” demektedir.
Bilim ve din çevrelerine çağrıda bulunuyorum:
Gelin, bütün bilimsel bulguları ve bu bulgulara dayalı teknolojiyi tabiat kanunları ile, Kuran’da ki ilgili bazı ayetleri birlikte değerlendiriniz. Bu durumda bilim ve dinin birbirinden ayrı, özellikle de birbirine karşıt olmadığını, tam aksine ÖZ’de bir olduğunu göreceksiniz.
Öyle ise, bu savaş neyin savaşı ve ‘bu savaş’ niçin verilmektedir?
Her iki taraf da akılcı bir gözlemle değerlendirmede bulunursa, bazı yanlış anlamalar ve yanılgılar içinde bulunduklarını göreceklerdir.
Bazı bilim çevreleri, ‘din ve Allah inancına’ neden karşıdırlar?
Din ve Allah inancında insanlık için zararlı gördükleri olumsuzlukları lütfen açık kalplilikle ortaya koysunlar.
Din çevreleri de lütfen, bilim çevrelerinin din ve Allah inancına karşı oldukları konular üzerinde akılcı olarak düşünmeli ve bu alanda gerekli bilimsel araştırmaları yapmalıdırlar.
Öyle sanıyorum ki, şu gerçekler ortaya çıkacaktır.
2 – Mayıs – 2006
DİN VE BİLİM ÇEVRELERİNE ÇAĞRI (1)
Bilim çevrelerinin din ve Allah inancında ve bazı dini uygulamalarda karşı oldukları bir çok şeye aydın din çevrelerinin de karşı olduğunu görecektir.
Din çevreleri de gerekli bilimsel araştırmalarda bulunurlarsa, din ve dini inançlar içinde bilimle ve akılcılıkla bağdaşmayan ve kabul edilemeyecek bir çok hurafe ve batıl inançların varlığını ve uygulamalarını göreceklerdir.
Din ve dini inançlara karşı olan çevrelerde, dini inançlar ve uygulamalar içine karışmış hurafe ve batıl inançları din olarak düşünüp değerlendirme yanılgısından kendilerini ve insanlığı kurtarmalıdırlar.
Çalışmayı ve bilimsel düşünmeyi ibadet kabul eden dinleri, insanları geri bırakmakla suçlamak yanılgısından kendilerini ve dinleri kurtarmalıdır.
Din, “Din ahlaktır” diye tamamlanırken, dinleri ahlak anlayışını bozmakla suçlamak yanılgısından kendinizi de dinleri de kurtarınız.
Hurafeler ve batıl inançlara karşı savaş açmış olan dinler ne gariptir ki, hurafelik ve batıl inançlılıkla suçlanmaktadır. Bu yanılgıyı görelim artık.
“Bilim için çalışırken dinden, din için çalışırken bilimden uzaklaşmayın” bu deyiş, dinlerin ortak görüşü ve ortak emridir.
Kısacası; Allah’ın din ve dini kurallarındaki arzu ve inancının hurafe ve batıl inançlardan arındırarak, dinlerin gerçek felsefesini ortaya çıkarma zamanı gelmiştir.
Allah’ın, akıl ve akılcılığa dayandırdığı din ve dini inançlar ile, dini, akıl ve akılcılığın dışında gösterenleri ayırt ediniz ve dini, akılcılığın karşısında gösterenlere karşı olunuz. Ama, Allah’a ve akılcılığa dayanan din ve dini inançlara karşı olmayınız.
Allah’ın, din ve dini inançlarla ortaya koyduğu amacı; “Sana yapılmasını istemediğin kötü şeyleri sen de başkalarına yapma, sana yapılmasını istediğin iyi şeyleri sen de başlarına yap” veya “Kendiniz için sevdiğiniz şeyleri başkaları için de sevmedikçe hiçbiriniz iman etmiş sayılmazsınız” değil mi?
İnsanlık bunu bilmiyor veya bilmiyorsa, din ve Allah inancını yok etmeye çalışacağımız yerde, dinlerin bu ortak felsefesini insanlığa öğretmemiz, insanlık için çok daha iyi ve faydalı olmaz mı?
Dine karşı veya dindar olun, bu ortak amaç ve felsefeye karşı olabilir misiniz?
Bunun için bilimin ve dinin bu ortak amaçlarda el ele vererek insanlığın mutluluğu, huzuru ve buna ulaşılması için çalışmak olmalıdır.
O halde, bilim ve din neden, niçin birbirine karşıt ve düşmanca davranışlar içinde bulunuyorlar?
En doğrusu, bilim ve din el ele verip, insanlığın mutluluğu için birlikte daha bilinçli, daha akılcı ve daha inançlı olarak çalışmalıdırlar.
İnsanlık, ancak, böyle bir din anlayışı ve yaşam biçimi ile kötülüklerden, savaşlardan kurtulup gerçek mutluluğa ve huzura kavuşacaktır.
Aslında, bilimin de dinin de asli görev ve işlevi budur. Uygulama bu olmalıdır.
ORTAK ÇAĞRI
Bazı din ve bilim çevreleri, din ile bilimin birbirlerine karşıt oldukları inancındadırlar. Oysa tam aksine din ve bilim birbirini tamamlayan, birbirini bütünleyen iki olgudur. Bu iki olgunun TEK kaynaklı olduğunu öğrendiği, benimsediği ve uyguladığı an insanlık tarih boyunca elde edemediği birliği, huzuru bulacaktır.
Bu ayrımcılığın temel yapısında, dinler arasında ayrımcılık yaratmış olmamızdan kaynaklanmaktadır. Din ayrımcılığının oluşmasında, insanlığın dinleri Allah’ın dini olmaktan daha çok, o dinleri duyuran kişilerle bütünleştirip özdeşleştirmesinden kaynaklanmıştır. Dinler, onları duyurmakla görevlendirilen adına peygamber dediğimiz kişilerin değil Allah’ın dinidir. İnsanlık dinleri o dinleri duyuranlarla birleştirip özdeşleştirdiğinden. Allah’ın değil o dinleri duyuran kişileri benimseyip onların peşinden gittiler. Onu da yanlış gittiler. Çünkü bu dinleri duyuran peygamberler insanlara kavgacılığı, ayrımcılığı değil kardeşliği, barışı önermiştir. İnsanlık dünyevi çıkarları uğuna inandıkları peygamberlerin bile buyruklarını anlamadı veya anlamazlıktan geldi.
Oysa Allah’ın adem peygamberden Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin duyurduğu bütün dinlerin ortak adı islamdır. Oysa insanlar kişilere, yani peygamberlere önem verip onlara bağlandıkları, her dini de duyuran kişi ile birleştirip, özleştirme yanlışı içine girdi. Örneğin, İSLAM dinini yalnızca Hz. Muhammed’in duyurduğu din zannedildi ve öyle kabul edildi. Oysa, Allah tarafından indirilen fakat insanlar tarafından ayrı ayrı gibi görünüp değerlendirilen bütün  dinlerin ortak adı İSLAM dır.
Gelin bu yanlıştan insanlığı kurtaralım.
Bu ve bunun gibi benzeri yanlışlıklardan kurtulmanın yolu da din ile bilimi birleştirmektir. Birçok aydın din adamı bunu defalarca belirtmiştir. Örneğin, bunlardan bizzat tanımak ve ondan teiz almak şerefine ulaştığım aydın bir büyük din adamımız H. Ahmet KAYHAN’ın sık sık söylediği sözdür. Bu büyük kişi sık sık “Bilim için çalışırken dinden, din için çalışırken bilimden uzaklaşmayın” demiştir.
Bu alanda düşüncelerine saygı duyduğum bir Fransız bilim adamı olan Alexis Carrel’in yazdığı “İnsan ve Dünya” kitabından aldığım düşüncelerini yazmadan geçemeyeceğim.
“Geçmişte olduğu gibi birbirinden ayrı etkide bulundukları takdirde, ne bilim, ne de din hakiki bir kültür (inanç) yaratamazlar. Çünkü, insanlığın yükselmesi, gelişmesi yalnızca maddi hayat şartlarına veya yalnızca fikri ve ahlaki yükselişe tabi değildir. Onun için bilim, dinden fazla bir şey veremez, din de bilimden fazla veremez.
Bilim hem iyiye, hem fenalığa hizmet eder. Bir uçak hem bomba taşıyabilir, hem de bir alaska köyündeki çocukları kurtaracak ilaçları.
Din insanda iyilik hissini uyandırıyor, fakat, bunu gerçekleştirme kuvveti vermez. Dinin ve’dettiği şeylerin gerçekleşmesi için, bilimin yardımından vazgeçilemez. Ancak bilimdir ki insanda ve toplulukta Allah fikrini müşahhas (somut) hale getirir”.
Dinin ve bilimin insanlığa faydalı olmasını istiyorsak, din ve bilimi birbiriden ayırmadan, birbiri ile kaynaştırmalıyız.
Bazı çevreler ise din ve dini inançlara karşı çıkmaktadırlar. Bu çevreler din ve dini inançlara neden karşıdırlar? Eğer bu çevreler, din görünümü altında dini inançlar içine karışmış hatta onlardan ayırt edilemeyecek hale gelmiş olan hurafeliğe, batıl inançlara, yobazlığa karşı iseler, aydın din adamları da başta olmak üzere hepimiz bunlara karşıyız. Demek ki öncelikle, dine ve dini inançlara karşı olmadan önce neye karşı olduğumuzu bilelim. Bunun için de din içindeki hurafeleri, batıl inançları, yobazlıkları tespit edip onları yok edelim. Böylece gerçek din ve dini inançlarla, din görünümü kazanmış olan hurafeleri, batıl inançları ve yobazları birbirinden ayıralım.
Gelin, hangi dini inançta olursanız olun, din ve bilim çevresi el ele verelim ve dini inançlar içine karışmış olan hurafe, batıl inanç ve yobazlıkları dini inançların dışına çıkaralım ve böylece gerçek din ve inançlar ortaya çıksın. Bizde neye inandığımızı veya inanmadığımızı bilelim, öğrenelim. Karşı olacaksak neye karşı olduğumuzu bilelim.
Değerli bilim adamı Alexis Carrrel
“Allah’a inanmak, inanmamaktan daha akıllıcadır” diyor.
Din ve Allah inancı aynı zamanda insanları disipline eden bir inançtır. Din ve Allah inancı olmayan insanlarda hiçbir disiplin anlayışı yoktur. Bu disiplin inançlarının başında ahlaki değerler disiplini gelir. Din ve Allah inancı olmayan insanları disipline etmek imkansız demeyelim ama imkansız denecek kadar zordur. Din ve Allah inancının sağladığı disiplini, dünyevi kanunlarla kurulmaya çalışılmaktadır. Açık kalplilikle söyleyin dünyevi kanunlarla istenilen disiplin kurulabiliyor mu? Dünyamızdaki bu ahlaksızlık, yolsuzluk, cinsel sapıklıklar ve burada yazamayacağımız daha birçok disiplinsizlikler dünyevi kanunlarla önlenebiliyor mu? Bakın bu hususta Gandhi ne diyor; “ Kanunlar, zalim insanlar yanında susar”.
Peki, din ve dini inançların kanunları veya disiplinleri, dünyevi kanunlarla sağlanmak istenen disiplin el ele vererek birlikte insanlığa hizmet etmek için çalışsalar daha olumlu sonuçlar elde edilmez mi?
Hangi din inançta olursanız olur, bütün insanlardan ricam, mümkün olduğunca ön fikirlerden, peşin hükümlerden kendimizi kurtaralım. Bu durumda bir din kitabı olan Kuranı yalnızca Hz. Muhammed’e indirilmiş ve yalnızca onun duyurduğu dine ait bir kitap olarak düşünmeyin. Kuranı Adem peygamberden Muhammed peygambere kadar bütün dinleri kapsayan bir din kitabı olarak düşününüz ve kabul ediniz. Çünkü kuran bütün peygamberlerin duyurduğu dini inançları da kapsayan ortak bir din kitabıdır.
Şimdi size Kurandan bütün dinleri ve dolayısı ile bütün insanlığı kapsayan, kucaklayan bir TEK ayeti dikkatinize sunuyorum. Lütfen bunun üzerinde dini inançlarınızın baskısından kendinizi kurtararak, yalnızca evrensel bir insanlık açısından düşünüp değerlendiriniz. Geliniz bu ayetin ifadesi içinde toplanalım, birbirimizle kucaklaşıp, kenetleşelim.
SAYGILARIMLA
16 – Mart – 2007, ANKARA
BÜTÜN DİNLERİN ORTAK AMAÇ VE FELSEFESİNİ AÇIKLAYAN “TEK” MADDELİK ANAYASALARI
TAOİZM: Komşunun kazancını kendi kazancın gibi, onun zararını kendi zararın gibi kabul et.
(T’ai Shang Kan Ying Pien)
HİNDUİZM: İşte en yüksek kanun budur. Sana yapılmasını sevmediğin şeyi başkalarına yapma.
(Mahaborate: 5 – 1517
BUDİZM: Sana acı veren şeyle başkalarını incitme.
(Undanavarga: 5 -18)
KOMFİÇYÜSLÜK: Sana başkalarının yapmasını istemediğin şeyi sen de başkalarına yapma.
(Analeots: 5 – 23)
YAHUDİLİK: Sana ızdırap veren şeyleri başkalarına yapma. Tevrat’ın esası budur. Gerisi güzel laftan ibarettir.
(Talmud)
HIRİSTİYANLIK: İnsanların senin için yapmalarını istediğin her şeyi sen de onlar için yap. Bu peygamberler kanunudur.
(Mata İncili: 7 – 12)
İSLAMİYET: Kendiniz için sevdiğiniz şeyi kardeşiniz için de sevmedikçe hiç biriniz mümin olamazsınız (veya)
·                                İman etmedikçe mümin olamazsınız, insanları sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız. (Hadis)
BÜTÜN DİNLERİ KAPSAYAN “TEK” MADDELİK ANAYASA
·                                “Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyilik yapmayı, anlayışlı ve ılımlı davranmayı, yetimlere ve yakınlarınıza karşı cömert olmayı emredip, utanç ve arsızca olanı, gayrimeşru kanun ve ahlak dışı ilişkileri, zinayı, haram kılınan ve kamu vicdanının uygun görmediği şeyleri, haksızlığı, yalanı, hırsızlığı, saldırıyı, baskıyı, zulmü, öldürmeyi, akıl ve sağduyuya aykırı olanı, azgınlığı, taşkınlığı yasaklar.
Size düşünüp ibrte almanıza faydalı olur diye öğür veriyor ve sorumluluklarınız hatırlatıp uyarıyor.
NAHL Sur: 16/90
YARARLANILAN KAYNAKLAR
1-                             Kuran mesajı – Meal, Tefsir – Muhammed ESED
2-                             Kuranın Anlaşılmasına Doğru – Ahmet TEKİN
3-                             Kuran – hükümler Dizisi – Feridun HARİN
4-                             Quantum Fiziği – Dr. hakkı AÇIKALIN
5-                             Tıp Ansiklopedisi – J.A.C. BROWN
6-                             Sağlık Ansiklopedisi – Arkın Kitabevi
7-                             Sağlığımız – Herkesin Ansiklopedisi – Gelişim Yayınları
8-                             Atatürk’ten Hatıralar ve Belgeler – Prof. Dr. Ahmet İNAN
9-                             Halk Ansiklopedisi
10-                         Ruhsal Şifacı Olmak – Amy WALLACE – Bill HENKIM
11-                         Gözetlenmektesiniz – Behzat ŞAŞAL
12-                         Nükte, Fıkra ve Çizgilerle Atatürk – Niyazi Ahmet BANOĞLU
13-                         Örneklerle Türkçe Sözlük – Milli Eğitim Bakanlığı
14-                         Hayvanlar Ansiklopedisi – Hayat Yayınları
15-                         Bitkilerin Gizli Yaşamı – Peter Tompkins – Chilsıtopher Bird
16-                         Doğada Tasarım – Harun YAHYA
17-                         Onlardan Neler Öğreniyoruz? Dr. Michel Klein
18-                         Bütün Dünya Dergisi – Mayıs 2004 – sayı 192297
19-                         İnsan ve Dünya – Alexıs Carnel
20-                         Tüm Hastalıkların Zihinsel Nedenleri – Louise L. Hay
21-                         İnsan Mühendisliği – Nüvit OSMAY
22-                         Bir Ceza Avukatının Anıları – Prof. Dr. Faruk EREM
23-                         İnsan ve Alem – Ahmet KAYHAN
Cumhuriyet Bilimi – 16 Mart 2007 – Sayı 1043                       

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder